Kışın soğuk nefesi yavaş yavaş ufukta belirirken, sonbahar bir geçiş kapısı gibi aralanır. Güneşin solgun ışığı, artık toprağa sıcaklık değil vedalaşma hissi bırakır. Sararan yapraklar, dallarından koparken rüzgârın avuçlarında döne döne süzülür; her biri, sessizce toprağa düşen bir hatıradır. Bu düşüş, yalnızca mevsimin değil, insanın iç dünyasının da sessiz bir çözülüşünü fısıldar.
Sonbahar, çoğu aile için hesapların, kaygıların, kışa hazırlığın başladığı zamandır. Evlerin damlarında kurutulan biberlerin rengi solar, çocuk seslerinin yerini soba tütüşünün kokusu alır. Okul masrafları, kiralar, geçim derdi… Her biri rüzgârın önüne katılmış bir yaprak gibi savrulur. Şehirlerin telaşı bile bu mevsimde ağırlaşır; sanki herkes biraz düşünceli, biraz yorgun, biraz da kendi içine dönmüştür.
Ama benim için sonbahar, bütün bu telaşların ötesinde, her seferinde “Eylül” romanını hatırlatır. Mehmet Rauf’un kaleminden çıkan o hüzünlü hikâye, tıpkı bu mevsim gibi içe kapanık, dingin ve yakıcıdır. Suat, Süreyya ve Necip’in arasında yankılanan sessizlikler, dökülen yapraklar gibi birer birer kalplerinin üzerine düşer. Her yaprak, bir duygunun soluşu gibidir; her rüzgâr, bir pişmanlığın fısıltısı. Sonunda her şey, ateşin içinde eriyen bir sevdanın külleriyle son bulur.
Servet-i Fünûn’un zarif diliyle örülmüş bu eser, edebiyatımızda ilk psikolojik roman olarak bir dönüm noktasıdır. Ne var ki, zamanla bu ince ruhlu yazarın diğer eserleri gölgede kalmış, kimileri tarafından değersiz sayılmıştır. Oysa “Eylül”, insan ruhunun karanlık odalarına açılan bir penceredir; sessiz ama derin, sönük ama yakıcı. Mehmet Rauf, karakterlerinin iç konuşmalarında yalnız bir mevsimin değil, insanın iç sonbaharını anlatır.
Sonbahar da öyledir işte… Güneş yavaşça çekilir, renkler solarken içimizde bir yanık koku belirir. Yazın neşesi uzak bir anıya dönüşür. Gökyüzü griye dönerken, insanın iç sesi de değişir. Belki de “Eylül” romanındaki gibi, hepimiz bir noktada kendi yangınımıza doğru yürürüz; sessizce, isteyerek, farkında olmadan…
Bu düşünceler arasında, bir büyüğümün anlattığı eski bir hikâye gelir aklıma. Her defasında sonbahar gibi serin, Eylül gibi hüzünlü, Erzurum gibi serttir bu hikâye.
Erzurum’a yeni bir vali tayin olunca, şehrin ileri gelenleri ziyarete giderler. Hava, kışın kokusunu çoktan taşımaya başlamıştır; dağların yamaçlarında beyazın ilk gölgeleri görünür, sokaklarda rüzgârın sesi insanın iliklerine işler. Vali, misafirlerini sıcak bir tebessümle karşılar ve sorar:
— Anlatın bakalım, bir derdiniz var mı? Yapabileceğim bir şey olur mu?
Heyetin sözcüsü ağır ağır konuşur, sesi hem saygılı hem yorgundur:
— Vali Bey, bizim dertlerimize siz çare bulamazsınız.
Vali şaşırır, kaşlarını kaldırır:
— Neden olmayayım? Devlet buradadır; elimizden ne gelirse yaparız.
Sözcü hafifçe gülümser, sanki yılların sabrını tek bir nefese sığdırır:
— Efendim, bizim üç derdimiz var. Birincisi Ruslar, ikincisi mübarek Ramazan ayı, üçüncüsü ise kış.
Odanın içinde bir sessizlik dolaşır. Sobanın çıtırtısı bile susar. Dışarıda rüzgâr, camın kenarına vuran bir parmak gibi inceden uğuldar. Sözcü anlatmaya devam eder:
— Ruslar yüz yılda bir gelir, şehri işgal eder. Savaşır, onları kovarız; yine gelir, yine giderler. Onlarla baş etmek zaman ister ama mümkündür.
— Ramazan ise başka… Yaz kış demeden gelir. Mübarektir, bereketlidir ama masraflıdır. En fakirimizin sofrası bile zenginin sofrasını aratmaz; neyimiz varsa ortaya dökeriz. Ramazan’ı uğurladıktan sonra elimizde avucumuzda ne kaldıysa tükenir; bir sonrakini bekler dururuz.
— Üçüncüsü kış... Ona gücümüz yetmez, efendim. Her yıl gelir, şehri karın altında bırakır. Dört ay değil, altı ay sürer bazen. Soba yanar, yürek yanar ama yine de ısınamayız. Kış bizden güçlüdür; onunla savaşılmaz, ancak katlanılır.
Vali bir süre sessiz kalır. Pencereden dışarı bakar; gökyüzü gri, dağlar bembeyazdır. Sanki şehir, sessiz bir duaya durmuş gibidir. Sokaklarda çocuk sesleri yoktur; yalnızca rüzgârın, soğuğun ve sabrın sesi. Sözcünün sözleri odada yankılanmaz artık, şehrin karla örtülü sokaklarında yankılanıyordur.
Erzurum’un üç derdi...
Biri düşmandır, biri bereket; biri de tabiatın ta kendisi. Biri gelip gider, biri gelir ve tüketir, biri ise hiç gitmez — sadece bekler, sabrın ne demek olduğunu öğretir.
İşte o anda, bu hikâyeyi dinlerken anlıyorum ki, insanın mevsimleri de şehirlerin mevsimleri gibidir. Her biri başka bir imtihan, başka bir iç yangını, başka bir sabır biçimidir. Rusların gelişi bir savaş gibidir; dışarıdan gelen zorluk. Ramazan, ruhi bir arınmadır; ateşle imtihan. Kış ise kaçınılmaz olan, tıpkı hayatın kendisi gibi: gelir, örter, dondurur ama aynı zamanda direncin, dayanmanın, yeniden filizlenmenin mevsimidir.
Belki de bu yüzden sonbahar bana her zaman “Eylül”ü hatırlatır. Çünkü ne tabiatta ne insanda hiçbir bitiş yoktur; sadece yeni bir bekleyişin, yeni bir sabrın başlangıcı vardır. Yapraklar düşerken toprak sessizce baharı bekler; tıpkı Erzurum’un sabırla baharı beklediği gibi.
Belki de bu yüzden sonbahar bana her zaman “Eylül”ü hatırlatır. Çünkü ne tabiatta ne de insanda hiçbir bitiş yoktur; her son, yeni bir bekleyişin, yeni bir sabrın başlangıcıdır. Yapraklar, dallarından sessizce koparken toprağa düşer; her hışırtı, geleceğe uzanan bir umut fısıltısı gibidir. Tıpkı Erzurum’un karla örtülü sokaklarının sessiz sabrı gibi, şehrin bekleyişi de her yeni günün filizlerini hazırlayan görünmez bir güçtür.
Yeni bekleyişler, tıpkı sabahın ilk ışıkları gibi, yeni umutlara kapı aralar; kimin neyi, ne zaman ve nasıl göreceği ise hâlâ meçhuldür. Ama işte bu bilinmezlikte bile, insanın yüreğinde bir kıvılcım yanar; belki de asıl büyü, görünmeyen kapıların ardında saklıdır.
Toprağa düşen her yaprak, her tohum yeniden filizleneceğine göre, sonbaharı sevenlerin varlığını düşündükçe, buna hak vermemek mümkün değil. Her düşen yaprak, toprağın sabrında bir umut taşır; her tohum, sessizce yeniden doğmayı bekleyen bir hikâye gibi gömülüdür. İşte bu döngü hem tabiatta hem de insanda her sonun, yeni bir başlangıca kapı araladığını hatırlatır.