Siyasal gücün bu memlekete verdiği en büyük zararlardan biri de siyasette nezaket kurallarını yok etmek olmuştur.

Yunus Emre ta 13. yüzyılda "Sen sana ne sanırsan /Ayruğa da onu san /Dört kitabın manası /Budur işte var ise" derken Türklüğün hoşgörü anlayışının çerçevesini çizer.  Ancak bizim son 20 yılda geldiğimiz yer, Orta Doğu ve doğu toplumlarının hoşgörüden uzak, düşmanlaştırıcı, kutuplaştırıcı bir siyaset anlayışı olmuştur.

Ülkede siyasal etikten en çok söz eden bu kafaların evrensel hoşgörü, centilmenlik anlayışı, adalet, hak ve hakkaniyetten en az haberleri olanlar olduğunu bilmemiz gerekiyor.   

Bu durum eskiden de vardı ancak siyaset yapanların çoğunluğu nezaketli, öteki partilere saygılı insanlardan oluşuyordu. En sert siyasal günlerde bile liderlerin tamamı birbirleriyle görüşür, demokratik biçimde ve eşit koşullarda açık oturumlara katılır, en kızgın hallerinde bile birbirlerine “sayın” diye hitap etmeyi asla unutmazlardı.

Bizdeki taşra politikacılarının genel özellikleri sözlerini sakınmadan konuşmaları, siyasal hoşgörüye hatta demokratlığa pek de dikkat etmeyen kimlikte olmalarıdır. Genelde sanata, kültüre, edebiyata, sinemaya karşı da ilgileri olmayan, siyasette yükselmek için, kabalığı, nobranlığı güç olarak gören hırslı ve ateşli bu kişiler umutsuz vakalardır.

Sinirlendiğinde halka ağzına geleni söyleyenlerin, Ankara’dan memlekete geldiklerinde esnafla, yurttaşlarla muhabbet eden fotoğraflarını gördükçe, “halkımızın sorunlarını dinledik, şunu çözeceğiz, bunu yapacağız” türünden paylaşımlarını okuyunca; yurttaşların da esnafın da aslında hiç umurlarında olmadığını hemen anlayabiliyorsunuz. 

Bizdekilerin derdinin memleket değil, koltuğu korumak, milletvekili, il başkanı kalmak olduğunu anlamak için fazla düşünmeye de gerek yok. Halkın istediği kişinin il başkanı, vekil, bakan olmasının yolu kapalı, bunu taşralı siyasetçiler de iyi biliyor. Bizdeki siyasal yaşamın devamı büyük ölçüde partilerinin söz sahipleriyle bağlarına, onların kendilerini istemelerine bağlı.

Bunlar, iyi çalışan rakiplerini sevmezler, dinsel öğeleri kullanmaktan çekinmezler, hele de siyasal güce mensup iseler, hukuku, adaleti de pek takmazlar. Eğitimli, çalışkan, memleketi için çivi çakmaya çalışan biri varsa ve bu adam da eğer muhalif bir partidense içten içe de ona düşmanlık beslerler, düşünen, sorgulayan hemşehrilerini de sevmezler, kampanyalarla ona zarar vermeye çalışırlar, sinirlendiklerinde kendi seçmenlerine bile ağır laflar sayabilirler…

Pek çoğu, siyasete girer girmez kazançlarını da artırırlar, aile boyu işleri açılır, kısmetleri büyüdükçe büyür. Bu tür siyasetçilerin her biri zamanla küçük taşra burjuvasına dönüşür. Her türlü değeri değersizleştirmede beceriklidirler. Kent için ufku, yeteneği olmadığı gibi olana da düşmandırlar.

Ne yazık ki, bu denli acı tecrübeye karşı, ülke üzerindeki tüm kardeş kavgalarının kendi gibi olmayan herkesi haksız, suçlu, dinsiz görme anlayışından kaynaklandığını bilmezler.

Bizim taşralı siyasetçiler bir biçimde bulaştıkları siyasetten bir daha ölene değin de kopamazlar. Artık o koltuğun çekici, bağımlılık yaratan büyülü bir yanı olmalı diye düşünüyor insan. Ben siyasetten kolayca kopabilecek, koltuğundan cayacak birini pek görmedim. Kim bilir belki kendine eziyetten zevk alıyor ya da halka hizmet için bu eziyete dayanıyor olmalılar.

Bu yolda, siyasi etiği yok edenleri, örgütlü biçimde rakibine saldırmayı marifet sayanları, itibarsızlaştırma kampanyası çalışmalarını, kendi beceriksizliklerini örtebilmek için trollüğe özenenleri ve bunu yasal ve doğal sananları görünce, Elazığ için umudumu biraz daha yitirdim. İnşallah çocuklarımız bizim yaşlara geldiklerinde bu siyasal insanların unutulduğu, ayıplandığı, anılarımızdan tümüyle silindiği huzurlu, mutlu, özgür, günler görürler…