Dualitenin Kaçınılmaz Gerçeği şu ki; dünya zıtlıkların dünyasıdır.

Kötü olmasaydı iyinin, çirkin olmasaydı güzelin, karanlık olmasaydı aydınlığın bir anlamı olur muydu? İnsan, ancak karşıtıyla var olur; her şey, kendi zıddını doğurarak anlam kazanır. İşte bu yüzden hayat, tek renkten değil, karşıtlıkların iç içe geçtiği bir bütünlükten ibarettir.

Dualite, sadece felsefî bir kavram değil; insanın gündelik yaşamında, duygularında ve tercihlerinde sürekli karşılaştığı bir hakikattir. Sevinçle keder, umutla korku, inançla şüphe yan yana yürür. Birinin yokluğu, diğerini anlamsızlaştırır. Acıyı tatmayan mutluluğu eksik yaşar; kaybetmeyen, sahip olmanın değerini kavrayamaz.İyilik, kötülüğün gölgesinde parıldar. Tarih boyunca zulmün arttığı her dönemde adalet arayışı da güçlenmiştir. Savaşlar barışın özlemini, yoksulluk paylaşmanın erdemini öğretmiştir. İnsanlık, çoğu zaman doğruyu, yanlışın bedelini ödeyerek öğrenmiştir. Bu yüzden kötülük, varlığıyla insanı sınarken; iyilik, o sınavdan geçebilenlerin ödülü olmuştur.

Güzel ile çirkin arasındaki çizgi de benzer bir karşıtlığa dayanır. Estetik, yalnızca göze hitap eden bir uyum değil; aynı zamanda çirkinle kurulan bilinçli bir mesafedir. Yıpranmış bir duvarın yanındaki çiçek, kusursuz bir bahçeden daha çarpıcı olabilir. Çünkü zıtlık, dikkat çeker; farkındalık doğurur.Dualite, insanın iç dünyasında da sessiz bir mücadele hâlindedir. Her insanın içinde hem yapıcı hem yıkıcı bir taraf vardır. Merhametle öfke, sabırla acelecilik aynı kalpte yer bulur. Olgunluk, bu zıtlıkları inkâr etmek değil; onları tanıyıp denge kurabilmektir. İnsan, karanlık yönünü fark etmeden aydınlığa ulaşamaz.

Tasavvufa göre bu âlem, zıtlıkların kavgası değil; zıtlıkların Hakk’ı göstermesi için kurulmuş bir aynadır. Gece ile gündüz, varlık ile yokluk, cemal ile celal… Hepsi aynı hakikatin farklı tecellîleridir. Çünkü Allah, isimlerini bu âlemde görünür kılmak istemiştir; Rahmân da O’dur, Kahhâr da.

İyilik ve kötülük, tasavvuf ehlinin nazarında mutlak karşıtlar değildir. Kötülük, çoğu zaman insanın idrakine göre kötüdür; fakat ilâhî düzende bir hikmete hizmet eder. Yunus Emre’nin dediği gibi:

“Bir ben vardır bende, benden içeri.”

İnsan, bu iç âlemde zıddıyla sınanır. Nefs, kötülüğü fısıldar; ruh, iyiliği hatırlatır. Bu çekişme, kulun kemâle ermesi içindir.

Cemal ve celal sıfatları, tasavvufun dualite anlayışının merkezindedir. Cemal; güzelliği, merhameti ve sevgiyi temsil ederken; celal, kahır, zorluk ve sarsıntıyla tecellî eder. Kul, sadece cemali isterse olgunlaşamaz; celali yaşadığında sabrı, teslimiyeti ve tevekkülü öğrenir. Belki de bu yüzden ârifler, belayı nimet saymıştır.

Çirkin görünen nice hâl, hakikatte insanı terbiye eden bir lütuftur. Kırılmadan gönül yumuşamaz; yanmadan ham kalır. Tasavvuf, acıyı inkâr etmez; onu irşad eden bir misafir olarak görür. Çünkü “ol” emriyle var olan her şey, bir hikmete bağlıdır.

Varlık ile yokluk da tasavvufî dualitenin en derin boyutudur. Kul, “ben” dedikçe Hakk’tan uzaklaşır; “hiç” oldukça yakınlaşır. Fenâ, yok oluş değil; benliğin perdeden çekilmesidir. Bekā ise Hakk ile var olmaktır. İşte bu yolculukta zıtlıklar, kulun ayağına takılan taşlar değil; yükselmesini sağlayan basamaklardır.

Sonuçta tasavvuf der ki:

Karanlık, nuru inkâr etmez; nuru görünür kılar.

Acı, rahmeti dışlamaz; ona kapı aralar.

Kötü, iyinin düşmanı değil; onu idrak ettiren bir imtihandır.

Sonuçta bu dünya, siyah ve beyazdan ibaret değildir; ama grinin varlığı, siyah ve beyaz sayesindedir. İnsan da öyledir: Zıtlıklarının toplamı kadar insandır. Ve belki de en büyük bilgelik, iyiyi seçebilme iradesini kötünün varlığına rağmen koruyabilmektir.