“Bir gün gelir Seftil’lere çıkınca
Yar bahçemde her renkten gül olur
Yeller eser yağmur yağar ince ince
O gün gelir nazlı yardan gel olur
Bu dağlarda sarı sandal kuşunun
Sevdası geçmez gözlerinin kaşının
Seni görüp aklı yitmez kişinin
Gözü görmez ağzı dili lal olur
Elim varmaz ellerini tutmaya
Dilim gitmez benzetmeye güne, aya
Sevdaların çağırır beni gel gel diye
Sen düşünce usuma, koca dağlar yol olur”
Sözlü ve yazılı kültürümüz, "dağlar"ı anlatan söylence, masal, türkü, atasözü, şarkı, şiir, öykü, romanlarla doludur.
Elazığ'ın çok bilinen “Dağlar dağımdır benim” türküsünün yanında, "Yol ver dağlar yol ver bana”, “Yüce dağ başında yanar bir ışık”, “Bir ay doğar”, “Dersim dört dağ içinde” gibi içinde “dağ” geçen nice türküler dinlemişizdir.
Yine, Münir Nurettin Selçuk’un “Yine dumanlı dağlar”, “Dağlar ile taşlar ile”, “Yüce dağ başında”; Sezen Aksu’nun Sabahattin Ali şiirinden bestelediği “Benim meskenim dağlardır”, Ruhi Su’nun “Hasan Dağı” gibi yapıtları; Ahmet Kaya’nın “Sel dağ”, “Karlı dağlar”, Rahmi Saltuk’un Ahmed Arif şiirinden bestelediği “Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” gibi özgün şarkıları da anmadan geçemeyiz.
Bu “dağ”lı şarkıların en bilineni ise Barış Manço’nun “Dağlar dağlar” adlı yapıtıdır. 1971 yılında kısa sürede 700.000 satış rakamına ulaşan ve Barış Manço’ya Altın Plak ödülünü kazandıran, “Dağlar dağlar”ı Manço, Keban'dan İstanbul'a giderken otobüste dağlara bakarak bestelediğini söyler.
Atasözlerimiz de vardır içinde “dağ” geçen “Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olur”, “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur”, “Dağ fare doğurdu”, “Danışan dağı aşmış, danışmayan düz yolda şaşmış”, “Hangi dağda kurt öldü”, “Korku dağları bekler”, “Hazıra dağ dayanmaz”, “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” gibi yüzlerce atasözü...
*Nuh peygamber de, gemisini Ağrı Dağı’na demirlemiş ve canlıları tufandan kurtarmayı bir dağda başarmıştır. İşte, “dağ” aşılması güç, yollarımızı engelleyen bir simge olduğu denli yücelik, yükseklik, hatta bir çeşit kutsallık da içerir.
Karasu ve Murat ırmaklarının tam Keban'da birleşerek oluşturduğu Fırat Irmağı’nın eteklerinden geçtiği Seftil Dağı’nın gösterişli duruşu yöre insanında büyük etki bırakmıştır.
Mitolojik bir ad olan Seftil’in bir zamanlar kuzey eteklerinden akan Keban deresi, oyulmuş mağaraları, tepedeki kutsal ziyaret yeri, çıplak ve dik görüntüsü, maden kalıntıları, kayalarındaki değerli maden cevherleri bu dağa, bu yöreye özgüdür.
Dağlar, aslında yaşanacak yerler değildir, -ki genelde de, filmlerde romanlarda, öykülerde, yasadan kaçan, eşkıyalık yapan, gizlenen, yol kesen yasa kaçakları hep dağlara sığınırlar.
Saygın ozan-yazar Tahir Abacı'nın bir yazısında* anımsattığı gibi Kemal Tahir, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi hapis yatan yazarlar pencerelerinden Uludağ’ı, Beydağı’nı, başka dağları özgürlük simgesi olarak görmüş, demir parmaklıklar arasından gördükleri dağlara bağlanmışlardır.
İşte, benim doğduğum evdeki pencerelerimiz de Keban’da bir dağa, Seftil Dağı’na bakardı.
Seftil dağı bir engebe, bir engeldir, bir settir, dev bir kapalı kapıdır. Zorunlu kalmadıkça yolumuz uğramaz, çıkılmaz belki yöre insanının çoğunun ilgisini de çekmezdi.
Çocukluğumda penceremizin paslı koruyucu demirlerinin üstünden bakıldığında, karşımızdaki Seftil Dağı, alt demirlerden kafamı çıkarttığımda da, önünde bir büyük dut ağacının dallı budaklı, yapraklı, görüntüsü, görüşümüzü engelliyor olsa da, Seftil Dağı eteklerinden geçen kocaman bir dere görünürdü.
Vizontele filmindeki gibi, ben çocukken dağın tepesine bir partinin adını yazmışlardı, uzun bir zaman kalmıştı hatta bir kez karşıt görüşlüler, kimine göre de polisler yazının ilk harfini değiştirmiş ve kasabada kıyamet kopmuş, kavgalar çıkmıştı.
Aslında kuru bir dağdır Seftil, delik deşiktir, binlerce yıl maden aranmıştır, mağaralar açılmıştır dağın içinde. Kurudur, çoraktır, ama binlerce yıldan beri insanı kendine bağlayan, çeken bir gücü vardır tuhaf ve anlaşılmaz.
Babamın da ben ve kardeşimi en çok götürdüğü, gezdirdiği, piknikler yaptığımız bir yerdi bu dağ.
Seftil Dağı’nın üzerinde iki de büyük ağaç vardı. Bu iki ağacı her Kebanlı bilirdi. Arif dedemin diktiği biri badem ve öteki kayısı, baharı çiçekleriyle, yeşiliyle bize ilk muştulayandı.
Eğer bu ağaçlar çiçek açmışsa artık Keban’a bahar gelmişti ve bu renk renk çiçekler ilçenin hemen her yerinden rahatlıkla görünürdü.
Kartallar, sarı sandallar, kıra kıralar, güvercinler, şahinler, dut kuşlarıyla doluydu Seftil. Hemen her kayada bir kuş yuvası vardı. Kuşlar o denli çoktu ki kanıksamıştı Kebanlılar.
Seftil Dağı’nın eteklerinden gürültüyle ve hoflu (ürpertici) biçimde akan dere, kıvrım kıvrım bir yol çizerek gelir, tam bahçemizin güney ucunda dikelmiş, meyveleri bahçemizin en eme geçen (işe yarar) cevizimizin gövdesine de çarpar, ardından da bir çağlayandan yere çakılırdı.
Belki de yalnız başıma dereye inmemem, dağa çıkmamam için de olabilir, düş gücü çok yüksek babamın anlattığı bir şey vardı unutamadığım, kafamda yer eden.
Babam, küçük bir çocukken dağ eteklerindeki bu dere kıyısında oyun oynadığı bir gün, kırmızı kellesinin üstünde iki küçük boynuz olan ve onun deyimiyle bir gıdik (oğlak) gibi meleyen bir yılan gördüğünü söylemiş ve bu dağ daha da korkunç, daha da etkileyici gelmişti o günden sonra bana.
Keban kasabası, Fırat’ın kıyısında, Seftil Dağı’nın yamacında kurulmuştur. Seftil Dağı’nın altından geçen dere sık sık taşar, altlardaki bahçeleri, aşağı sekileri, ağaçları yıkar, su altında bırakırdı. Ben bir gün kasabanın sular altında kalacağından çekinirdim.
Sonradan Keban Barajı da tamamlanınca bu korku beni daha da tedirgin etmeye başladı.
Keban tarihinde kasabanın kezlerce önemini yitirip, kezlerce de önemli bir yer olduğu, Osmanlı’da sadrazamlık yapan paşalarca yönetildiği yazıyor.
Seftil aynı zamanda mitolojik de bir addır, yani bir söylencedir. Eski çağ inançlarında bir tanrının adıdır. Keban bu dağın altında kurulmuş, dağ binlerce yıl yaşam kaynağı olmuştur. Anadolu söylencelerinde geçen bu kutsal tanrı binlerce yıl rahatsız edilmiş, en sevdiği hayvanlar, ağaçlar yok edilmiş, her yeri bozulmuştur.
Belki de, bu dağı koruyan o gıdik biçimindeki yılan da yuvasından, yerinden olmuş belki de o yüzden arada bir gazaba uğramış, önemsizleşmiş, batıp çıkmış olabilir miydi Keban?
Tüm bunlar birer söylence. Aslında en güzel, en etkileyici yazın ürünleri söylencelerden doğan, söylencelerden yararlanılarak yaratılanlardır.
İşte, Seftil hep böyle büyüleyici bir etki bırakmıştır bende.
Gerçekten de, çocukluğumda yalnız kalmayı en istediğim anlarda gidip dinlendiğim, huzur bulduğum bahçemizin en altındaki Garipler Çeşmesi’nde, tasasız durup Seftil tepesine bakar, gölgesine sığındığım bu dağın, tüm yaşamım boyunca görüp görebileceğim en görkemli varlık olduğunu sanırdım.
İnsan yaşadığı yere benzermiş, kişiliğini yöresi oluştururmuş diyor bilim insanları. İbn Haldun da “Coğrafya yazgıdır” diyor. Edip Cansever de “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde ne güzel söyler:
“İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşe başlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer.”
Her şey gibi Keban da özelliklerini yitirdi. Yine de benziyor bize, hem de çok benziyor. Derenin yerinde yeller esiyor, salt lağım suları akıyor, Garipler Çeşmesi darmadağın edilmiş, sular sağa sola boşa dökülüyor, sekiler, duvarlar yıkılmış, ağaçlar devrilmiş, kurumuş.
Seftil Dağı’nda dedemin diktiği ve baharın müjdecisi ağaçları kesmişler, dağın altından borularla dere sularını geçirip küçük bir baraj yapmışlar, karşımızda artık çırılçıplak kayadan, kayalardan başka bir şey yok.
Aslında dağlar insanlara acımasızdır derler ama bizde tam tersi olmuş, dağları, tepeleri bile yok etmişiz.
Yine de, tüm dağları yok etseler de, tüm dağlar önümüzü kesse, yolumuzu kapatsa da, benim ve benim gibilerin dağlara, üstündeki ağaçlara, canlılara, mağarasına, koyağına, görünümüne, doğaya sevdası hiç bitmeyecek, hep bize benzeyecek, biz de Keban’a, Seftil’e. Kavafis’in “Şehir” şiirindeki gibi hep arkamızdan gelecekler.
*Abacı Tahir, Bir Zamanlar Anadolu’da, İkaros Yay. 2016.