Muazzam şehirlerin devasa caddeleri, arabalardan geçilmek bir yana, birer nehir gibi akıyor. Beton yığınlarının arasında kaybolmaya yüz tutmuş gecekondu evleri, bir zamanlar kendi hayatlarını sürdüren insanların hatıralarında eskiye duyulan özlemin dayanılmaz iştiyakını taşıyor. Bu devasa binaların gölgesinde, insana dair hisler, gönülden gönüle akan sevgi ve aşk gibi incelikler birer gölgeye dönüşmüş; yalnızca beton duvarlar inşa edilmiş. İnsan, içindeki derin izleri unutup, sadece yapıların katmanlarında kaybolduğu bir dünyada, eskiyi hatırlamanın bile anlamı ne kadar kalıyor? Yoksa bütün bu görkemin altında daha büyük bir boşluk mu gizli?
Gittikçe ultra lüks hale gelen hayat tarzlarını daha da ileri götürme yarışına girenlerin, gelecek nesillere neler bırakacaklarını düşündüğümde, içimi bir hüzün kaplıyor. Eğer gerçekten olumlu bir düşünceyle yola çıksalardı, maziyi yıkarak, yeniyi inşa etme yarışına girmezlerdi. Ama biz ne yapıyoruz? Kalabalık ailenin, paylaşmayı, yardımlaşmayı, sevmeyi esas alan yapısını, betonla örerek kaybettik. İşte bu yüzden, gelecek nesillerin "bizden sonra tufan" anlayışına mahkûm edilmesi her geçen gün daha da kaçınılmaz hale geliyor.
Çok değil, bundan yirmi yıl önce genç bir nüfusa sahip olmanın gururunu göğsümüz kabararak dile getiriyorduk. Oysa bugün ne nüfusumuz istediğimiz oranda artıyor ne de gençler avuçlarımızdan kayıp gitmekten alıkonulabiliyor. Modern hayatın dayatmalarını bahane ederek kendimizi avutamayız. Daha önce de vurguladığımız gibi, köklerinden koparılmış bir fidan gibi savrulan; neme lazımcı, bencil bir hayatı ciddiye almayan, sadece haz peşinde koşan eyyamcı bir gençlik, dört bir yanımızı sarıp sarmalamış durumda. Ve biz, bunu görmekteyiz. Ama kimler bunun farkında?
Bir zamanlar, kökleri toprağa sıkı sıkıya tutunan bir çınar misali ayakta duran gençlik, artık rüzgârın önünde savrulan kuru yapraklara dönüşmüş. İyi insan olma ülküsü yerine, yalnızca para kazanma hırsı; erdemli bir hayat sürme yerine, ultra lüks bir hayatı yakalama arzusu her geçen gün daha da büyük bir girdaba dönüşüyor. Hızla bu girdaba kapılan gençlerin heba olup gidişine seyirci kalıyoruz. Ve biz, böyle izlerken, milletin istikbali de eriyip giden bir mum alevi gibi her geçen gün biraz daha sönüyor. Ama hâlâ gözlerimizi kapatmaya devam mı edeceğiz?
Elimizdeki son nesli de "ev gençliği" haline getirme çabamız, yalnızca nüfusun artışını engellemekle kalmıyor, aksine geriye doğru bir gidişe yol açıyor. Gençler ya evlenmiyor ya evlenince tek çocukla yetiniyor ya da çocuk sahibi olmayı tamamen reddediyorlar. Dahası, evlilik müessesesini bir zorunluluk olarak görmeyip, evlenmeden aynı çatı altında yaşamayı sürdürenlerin sayısı her geçen gün artıyor.
Şimdiki evlerde sohbetlerin ekseni çoğunlukla gelecek kaygısı ve "Ne olacak halimiz?" endişesi etrafında döner. Ancak bu kaygı yüklü sözlerin asıl muhatabının gençler olduğunu unutanlar yahut farkında olmayanlar, onları umutsuzluğa sürüklediklerini bir an olsun düşünmezler. Dahası, bu karanlık geleceğin mimarı olduklarını itiraf etmekten daima kaçınırlar.
Her işlerini kolaylaştırarak, onlara zahmetsiz, yokuşsuz, tersiz, emeksiz ultra lüks bir hayat sunduk. Peki, biz olmadan nasıl bir hayat yaşayabileceklerini hayal edebiliyor muyuz? Evde kalan gençlik, evlenmeyen gençlik, çocuk sahibi olmayan gençlik... Bu birikim her geçen gün daha da artıyor. Ne zamana kadar süreceğini, hangi noktada duracağını ise bilmiyoruz. Bir sel gibi, ardımızdan çoğalarak, giderek büyüyen hedefsiz bir kalabalık olarak geliyorlar. Kendimizi bu kalabalıktan kurtarmanın yolunu arama şansımızın olmadığı fark etmeliyiz.
Cemiyet hayatımızı ve gittikçe küçülen aile ilişkilerini kökünden koparacak bu gelişmelerin hızla yayılması, geleceğimiz için bir felakettir. Bu felaketi görmek, daha fazla gecikmeden farkına varmak zorundayız. Her türlü mülahazadan uzak, yalnızca Türk milletinin mazisinin iftihar kaynaklarıyla beslenen ve bu değerleri geleceğe taşımayı ilke edinen bir anlayışa sahip olmanın zamanı gelmiş ve geçmiştir. Yukarıda anlatılanların müsebbibini aramak yerine, çözümde ortak olmaktan başka çare yoktur. Sel, arkamızdan hızla yaklaşıyor ve biz hâlâ bu selin farkında değiliz. Ancak sel, hepimizi, hiçbirimizi ayırt etmeden süpürdüğünde, aklımız başımıza geldiğinde de iş işten geçmiş olacak.