Musiki ilmi, insanın duygu dünyası ile aklî idrakini aynı potada buluşturan kadim bir bilgi alanıdır. İmam Gazâlî’nin ifadesiyle musiki, insanın kalbinde bulunanı açığa çıkarır. Kalp temiz ve hayra yönelmişse musiki onu güzelliğe, tefekküre ve Hakk’ı hatırlamaya sevk eder; kalp kötü arzularla doluysa aynı musiki bu arzuları besler. Bu sebepledir ki Gazâlî, “Musiki âşığın aşkını artırır, fâsığın ise fıskını” der. Bu yönüyle musiki, yalnızca bir eğlence aracı değil; aksine ağır sorumluluklar yükleyen, incelik isteyen bir ilimdir. Özellikle klasik Türk musikisi, tasavvuf musikisi ve Alevî–Bektaşî nefesleri gibi derin mânevî köklere sahip geleneklerde bu hassasiyet çok daha belirgindir. Bu eserleri icra edenlerin, sözün ve sesin taşıdığı manayı idrak etmeden sahneye çıkması, geleneğin ruhuna aykırıdır. Musikiyle meşgul olan kişi, onda ister nefsânî bir haz görür, ister hikmet ve sır kapılarını aralar; bu tamamen kişinin iç dünyasıyla ilgilidir. Zira musiki, insanın içindekini açığa çıkaran bir aynadır. Bu yazıyı kaleme almamdaki asıl sebep ise yaklaşan yılbaşı gecesi ve bu gecenin müzikle olan ilişkisidir. Baştan ifade edeyim ki; herkesin inancına, yaşam tarzına ve tercihine sonsuz saygım vardır. Kimseye nasıl yaşayacağını dikte etme niyetinde değilim. Ancak bir sanatkâr ve bu kültürün içinde yetişmiş biri olarak, gördüğüm bir yanlışı dile getirmeyi de sorumluluk sayıyorum. Bugün yılbaşı geceleri, ülkemizde de büyük eğlencelerle kutlanmakta; bu eğlencelerin merkezinde ise çoğu zaman müzik yer almaktadır. Fakat üzülerek ifade etmek gerekir ki, bu eğlencelerin büyük bir kısmı ne Anadolu irfanıyla ne de Türk kültürüyle örtüşmektedir. Daha çok küresel tüketim kültürünün dayattığı, ruhsuz ve bağlamından kopuk bir eğlence anlayışı hâkimdir. Bir Türk halk müziği icracısı olarak, sanat hayatım boyunca yılbaşı eğlencelerinde ya da alkollü mekânlarda sahne almamaya özellikle dikkat ettim. Çünkü sanatımızla Pir Sultan’ın, Nesîmî’nin, Hallâc-ı Mansur’un, Nimrî Dede’nin nefeslerini; Hak aşkıyla söylenmiş deyişleri icra eden biriyim.
“Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün”,
“Canım kurban olsun senin yoluna”,
“İkilik kinini içimden atıp / Özde ben bir insan olmaya geldim”
gibi mısraların, sarhoşlukla ve eğlence gürültüsüyle yan yana gelmesini içime sindiremiyorum. Kebanlı ozan Nimrî Dede’nin, derin bir irfanla söylenmiş bu nefesleri her ortamda okunabilir mi?
Ya da Harput’un kaç asırlık musikî mirası; ilim, edep ve irfanla yoğrulmuş gazelleri yalnızca bir “eğlence malzemesi” olarak mı görülmelidir?

Ne yazık ki günümüzde pek çok eser, ezgisi hareketli diye “oyun havası” sanılmakta; oysa sözleriyle, niyetiyle ilahî ya da tasavvufî bir derinlik taşımaktadır. Mesela Sadettin Kaynak’ın bestesi olan “Muhabbet bağına girdim bu gece”… Yıllarca eğlence sofralarında söylenmiş, alkışlanmış bu eser, aslında Efendimiz Hz. Muhammed’e (S.A.V.) duyulan muhabbetle kaleme alınmıştır. Bestekârının kendi anlatımıyla bu eser, bir aşkın, bir teslimiyetin ifadesidir. Bugün geldiğimiz noktada, bu tür eserlerin bağlamından koparılarak tüketilmesi, sadece musikîye değil, o musikinin taşıdığı manaya da haksızlıktır. Belki bu satırları okuyan kimi dostlarım bana kızacak, “Yılda bir gece eğlence de mi olmasın?” diyeceklerdir. Elbette herkes dilediği gibi yaşar. Ancak Pir Sultan’ın, Nesimî’nin, Hallâc’ın, Harputlu Rahmi’nin, Nimrî Dede’nin emanetini taşıyan bir sanatçı olarak, yanlış gördüğüm yerde susmam da mümkün değildir. Kıymetli sanatçı dostlarım; bir eseri icra ederken onun ağırlığını, manasını ve yüklediği sorumluluğu da omuzlarımızda taşımalıyız. Zira musiki, rastgele seslerin birleşimi değil; gönülden gönüle akan bir hakikat yoludur.
Ve bu yol, hafife alınamayacak kadar derin, ihmal edilemeyecek kadar kutsaldır.

Kalın sağlıcakla.