Türkiye’nin enerji politikası uzun yıllardır iki temel hedef arasında sıkışmış durumda: hızla artan enerji ihtiyacını karşılamak ve bunu yaparken çevresel yükü azaltmak. Fosil yakıtlara bağımlı bir büyüme modeli, kısa vadede arz güvenliği sağlasa da uzun vadede hem ekonomik riskler taşıyor hem de iklim krizinin derinleşmesine neden oluyor. Bu nedenle Türkiye’nin enerji ve çevre politikalarını artık birbirinin alternatifi olarak değil, birbirini tamamlayan stratejik bileşenler olarak ele alması gerekiyor. Dönüşüm, sadece enerji kaynaklarını değiştirmek değil; üretimden tüketime, şehirleşmeden sanayiye kadar tüm sistemleri yeniden tasarlamak anlamına geliyor.

Türkiye bugün enerji ithalatına yılda yaklaşık 70–90 milyar dolar arasında değişen bir bedel ödüyor. Bu yüksek faturanın temel nedeni, doğal gaz ve petrol ağırlıklı dışa bağımlılık. Yenilenebilir enerji kaynaklarında önemli bir potansiyelimiz olmasına rağmen, bu kaynaklar hâlâ sistemsel ve finansal engellerle karşı karşıya. Oysa güneş, rüzgâr, hidrojen, biyokütle ve jeotermal; hem arz güvenliği sağlayabilir hem de teknoloji yatırımlarıyla istihdam ve ihracat kapasitesini güçlendirebilir. Bu tablo, Türkiye için çevre politikalarının aslında bir maliyet değil, ekonomik kalkınma fırsatı olduğunu ortaya koyuyor.

Çevre politikalarının güçlü olması, sanayinin gelişmesine engel değildir; aksi yönde bir ilişki giderek daha fazla geçerliliğini yitiriyor. Avrupa Birliği’nin sınırda karbon vergisi uygulaması, karbon yoğun üretim yapan ülkelerin rekabet gücünü doğrudan etkiliyor. Yani Türkiye, sanayi dönüşümünü çevre kaygısıyla değil, küresel ticarette ayakta kalmak için hızlandırmak zorunda. Demir-çelik, çimento, alüminyum ve kimya sektörü gibi ihracatın lokomotif alanlarına, karbon azaltım teknolojileri, enerji verimliliği yatırımları, yeşil hidrojen entegrasyonu ve yenilenebilir odaklı elektrik kullanımı zorunlu hale geliyor.

Enerji ve çevre politikasının bir başka boyutu da şehirleşme ve tüketim kültürüdür. Elektrikli araçlar sadece taşıtların değişmesi demek değildir; yerli batarya üretimi, şarj altyapısı, akıllı şebekeler ve yenilenebilir destekli dağıtım sistemlerinin kurulması anlamına gelir. Aynı şekilde binalarda enerji verimliliği, Türkiye’nin toplam enerji tüketiminin yaklaşık üçte birini oluşturan konut ve hizmet sektörünü dönüştürecek stratejik bir adımdır. Isı pompaları, pasif bina uygulamaları, enerji kimlik belgeleri ve zorunlu standartlar; çevreci olduğu kadar ekonomiktir de. Çünkü en ucuz enerji, tasarruf edilen enerjidir.

Türkiye yeşil dönüşümde başarılı olmak istiyorsa, sadece kaynak çeşitliliğine değil, denge stratejisine ihtiyaç duymaktadır. Bu strateji, yenilenebilir enerji yatırımlarını artırırken fosil yakıta bağımlı sektörleri ani dönüşümlerin şokundan korumalıdır; sosyal eşitsizlik yaratmayacak şekilde mali destek mekanizmaları kurulmalı, yerli teknolojiyi geliştirecek AR-GE programları teşvik edilmeli ve iklim politikaları ekonomik büyümenin ayrılmaz bir parçası haline getirilmelidir. Böylece çevre koruma, ekonomik kalkınmanın önünde engel değil, sürdürülebilir büyümenin anahtarı olur.

Sonuç olarak Türkiye, enerjiyi stratejik bir bağımsızlık meselesi, çevre politikalarını ise ekonomik rekabetin temel şartı olarak görmelidir. Bu iki alan birbiriyle rekabet eden değil, birbirini güçlendiren politikalar olarak tasarlandığında, Türkiye iklim hedeflerini gerçekleştirirken aynı zamanda bölgesel bir enerji ve teknoloji liderine dönüşebilir. Bugün karşımızdaki soru “enerji ve çevre arasında hangisini seçelim?” değil; “bu ikisini nasıl birlikte kazanıma dönüştürelim?” sorusudur. Türkiye’nin geleceği, bu dengeyi ne kadar hızlı ve akılcı kurduğuna bağlıdır.

Esen kalınız…