Devlet ve siyaset hayatında, yönetim şekli ne olursa olsun, mevki ve makamlar “halka hizmet için” vardır.

   “Halka hizmet” kavramı, kişiye ve bulunduğu konuma göre farklı şekillerde anlam kazanabilmekle birlikte, demokratik sistemlerin vazgeçilmez ilkesidir.

   Otoriter rejimlerden sert diktatörlüklere kadar, otokrasilerde ve monarşilerde bile, “halkın nabzını tutmak” liderlerin vazgeçemediği temel hedeflerden olmuştur. Onlar da halkın rejime karşı sadakatini sağlam tutmak ve tepkilerini en aza indirmek için, halkın sesine tamamen kulak tıkamamışlardır.

   “Halkın sesine kulak vermek” sözde kalmamalı, fakat aynı zamanda, halkı istismar etmek ve “halk dalkavukluğu” ile karıştırılmamalıdır.

   Yönetimde; devletin en üst kademelerinden en küçük birimine kadar, siyasî çıkar ve destek sağlamak adına, güncel tabiriyle “popülizmin” hâkim olması, ülkenin kaynaklarının doğru kullanılmasının ve gelişmesinin önündeki en büyük engellerden birini oluşturur.

   Gerektiğinde, ülkenin karşı karşıya bulunduğu siyasal, sosyal ve ekonomik alandaki tüm sorunlar, üzeri örtülmeden, en açık şekilde halk ile paylaşılmalı ve halkın fedakârlığı ve desteği istenmelidir. Tabii bunu yaparken yönetici, halk nezdindeki güvenirliliğini ve inandırıcılığını kaybetmemeye özen göstermelidir.

   Halkı dinlemek, halkın sesine kulak vermek, sadece 5 senede bir, süresi içerisinde seçim sandığını halkın önüne getirmek, tepedekiler tarafından listelenmiş vekillere oy verilmesini sağlamak, demek değildir.

   Önemli olan, yasalardan kaynaklanan temsildeki sorunlara rağmen, halkın oylarıyla teşekkül eden TBMM’den taşradaki en küçük beldenin idarecisine kadar yöneticilere, kendilerinin gerçek anlamda halkın hizmetinde oldukları şuurunun kazandırılmasıdır.

   Anlatmaya çalıştığımız bu temel gerçeklikler doğrultusunda, yaşadığımız şehir Elazığ’da bir durum değerlendirmesi yaptığımızda; önceki dönemlerde gerek atanmış gerekse seçilmiş yöneticilerimizin, ‘’Halkın sesine kulak vermek” bakımından, bugünkülerden çok daha ileri seviyede olduklarını söyleyebiliriz.

   Yöneticilerimiz bugün, bizim beklediğimiz konularda değil, kendi istedikleri, çoğu zaman da halkın yapılan bazı olumlu işler nedeniyle kadirşinaslıkları gereği, minnettarlıklarını bildirdikleri yerlerde görüntü veriyorlar. Basınımız da büyük bir dikkat ve titizlikle bu açıklamaları sayfalarına ve ekranlarına taşımakta bir beis görmüyor.

   Gel gör ki, 28 Haziran 2022 tarihli “Hazar’ın Çığlığına Ses Verin” başlıklı yazımda, sayın valimizden, “Sivrice Arıtma Tesisi’nin bulunduğu yerde tatmin edici açıklamalar ve müjdeli haberler beklediğimizi” bildirmemizin üzerinden epeyce zaman geçmesine rağmen, suskunluğun devam etmesi düşündürücü değil mi…

   Elli yılı aşkın zamandır, bir yandan çimento fabrikasının tozu, dumanı, zehiri; bir yandan şehir kanalizasyonunun kirlettiği Şorşor Deresi sorunları arasında sıkışmış, adına türküler yakılan sayfiye yeri Aksaray (Yığınki) Mahallesi’nin perişan hali devam etmektedir. Büyük reklamlarla Şorşor’un çevresinin gezinti ve mesire alanına dönüştürüleceği beyanatlarının üzerinden yine maalesef, çok zaman geçmesine rağmen, Şorşor çalışmalarında bir ilerleme olmadığı neden açıklanmıyor.

   Önceki yazılarımdan birinde de ifade ettiğim gibi, ‘’çimento fabrikasının şehir dışına taşınması” konusunda çok olumlu bir hava yakalanmışken, siyasîlerimizden bir destek göremediğimiz için sonuca ulaşamadığımızı, oluşturulan kurulun içinde görev almış biri olarak gördüğümü ve şehrim adına hayal kırıklığı yaşadığımı belirtmek istiyorum.

   Türkiye’de il ve ilçelerle birlikte 551 öğretmenevi bulunurken, 81 il içerisinde öğretmenevi olmayan tek il olmanın utancı, “sahipsiz Elazığ” tepkisi dile getirilirken, millete hakarete varan öfke nöbetlerine yakalanan siyasetçilere ve bu ili bugüne kadar yönetenlere ait olacaktır.

   Deprem riski bulunmadığı halde, Mehmet Akif Ersoy Lisesi gibi kıymetli arsaları bulunan okullarımız, kafalarda soru işaretleri bırakacak şekilde yıkım programına alınırken, tarihî varlıklarımız arasında tescilli öğretmenevimiz de depremin üzerinden 3 yıla yakın zaman geçtiği halde, ne bir güçlendirmeye, ne de bir restorasyona tabi tutulmuştur.

   Öğretmenevinin, öğretmenlerin veya onları temsil eden kuruluşların görüşleri alınmadan, “biz yaptık, oldu” mantığıyla, şehirde başka bir yer yokmuş gibi, Millet Kıraathanesi yapılmak üzere, belediyeye devredilmesinin düşünülmesi, yanlış ve derhal vazgeçilmesi gereken bir tasarruftur. Bu konuyu başka bir yazımda daha genişçe ele alacağımdan, şimdilik bu yanlış karardan vazgeçileceği umudumu korumak istiyorum.

   Biz yine yöneticilerimize dönerek, “halkın sesine kulak vermek”te, halkın önceliklerini sahiplenmekte samimi davranmalarını, cevabını beklediğimiz konularda toplumu bilgilendirmelerini kamu vicdanı adına talep ediyoruz.