Bir toplumda ahlâk varsa insanlar birbirine güveneceklerdir. Çünkü ahlâk, bütün medeniyetlerde ve bütün kültürlerde insanların birbirine, yekdiğerine nasıl muamele edeceğinin kurallarıdır. Şüphesiz diğerine yalan söylemek, diğerine kendini olmadığı bir kalıpta göstermek ahlâka aykırıdır. O halde ahlâklı insanlardan kurulu bir toplumun güvensiz olması mümkün değildir.

   Peki, biz nasıl bu derece güvensiz olabiliyoruz? Güvensizlik, toplumda ahlâksızlığın baskın hâle geldiğini de gösterir. Halbuki ahlâk da tıpkı dayanışma gibi, bir toplum birimine mensubiyet şuuru gibi, yüzbinlerce yıllardan beri genlerimize kazınmıştır. Eğer gen demek istemezseniz, insan fıtratının tabii bir parçasıdır diyebiliriz.

   O hâlde? O hâlde güvensiz toplumlarda ahlâkın algılanış tarzı değişmiş demektir. Cemiyet ahlâk normlarına uymayınca ahlâk normlarımızı cemiyete uydururuz. Gerçekten bizim toplumumuzda ahlâk dendiğinde artık sadece cinsi münasebetle, yasak ilişkilerle ilgili kurallar anlaşılmaktadır. Günümüzde; Yalan söylemek, yakın aile dışındaki toplumu düşünmemek, yolsuzluk yapmak, hırsızlık yapmak, hak yemek gibi fiillerin hiçbiri ahlâksızlık sayılmadığı gibi, zaman zaman bu gibi hareketler meziyet olarak bile takdir görmektedir. Hele bunlar, siyaset ve ticaret yaparken icra ediliyorsa, bunların ahlâksızlık olduğu çoğunluğun aklına bile gelmez. O artık bir beceridir.

   Din için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Bütün semavi dinler insanları ahlâka çağırır. Zaten bunun aksini düşünmek insanı şirke götürebilir. Çünkü bütün semavi dinlerin kaynağı Yüce Yaratandır. Ve ‘O’ insanları iyiliğe ve güzelliğe çağırmaktadır. Bu çağrı apaçık ortada iken dindar olduklarını iddia eden, dindar nesiller yetiştirmeyi kendilerine misyon edindiklerini söyleyen insanlar, nasıl olup da izlediğimiz ahlâk seviyelerinde yaşayabilmekte ve yalanın kuyruklusunu günün her anında söyleyebilmektedirler? Bunun tek cevabı vardır: Dinin anlamını değiştirerek. Gerçekten bugün bizim toplumumuzda din; güzel ahlâk gibi, vicdan ve adalet gibi temel nitelikleriyle algılanmıyor. Din; halkın ne anlama geldiğini bilmediği ritüellere ve sihirbazlığa benzer merasimlere hapsolmuştur. Bu ritüel ve merasimleri yerine getirirseniz bunun dışındaki zamanlarda yalan söyleyebilir, hırsızlık ve yolsuzluk yapabilir, kamu malına göz dikebilirsiniz.

Gerçekten tuhaf işler. Gelecek nesiller bizi nasıl değerlendirecekler acaba? Diye düşünüyorum. Eğer davranışlarımız kanunlara uymuyorsa, kanunları; anayasaya uymuyorsa anayasayı; dine uymuyorsa dini değiştiriyoruz.!! Herhalde davranışlarımızı kanuna, anayasaya veya dine uydurmak çok ama çok zor olmalı!..

Müşterek ahlâk değerlerine, müşterek millî değerlere sahip cemiyet, tek tip insanlardan oluşan cemiyet demek değildir. Hürriyetçilik, toplumda farklı fikirlerin doğmasını, gelişmesini ve tartışılmasını ister. Çünkü vecizedeki gibi, ‘’Mücadele-i efkârdan, barikayı hakikat doğar’’ (Fikirlerin mücadelesinden hakikat şimşeği doğar). Fakat topluma yararlı bir hakikatin ortaya çıkabilmesi, hatta daha da geriye gidersek, insanların topluma yararlı bir fikir üretmesi için her şeyden önce bir ‘’toplum’’ gerekir. Toplum, tesadüfen bir arazide bir araya gelmiş bir güruh değildir. Toplum birbirine güvenen, müşterek ahlâk normlarına, müşterek değerlere sahip insanların birlikteliğidir. Bu birlik, aşiretler ve kabileler üstü hâle gelip milyonları aştığı zaman, artık ona millet diyoruz. Ve milletin kendi kendini idame ettirebilmesi, yaşayabilmesi ancak bu müşterek değerlerin hem mekân boyutunda, yani ülke coğrafyasının tamamında hem de zaman boyutunda yani nesilden nesile aktarılması ile mümkündür.

İkinci Dünya Savaşı!ndan sonra Konrad Adenauer’in başbakanlığı ve Ludwig Erhardt’ın ekonomi bakanlığı döneminde uygulanan ve Alman mucizesi denilen hızlı kalkınmanın mimarı sayılan Wilhelm Röpke, ‘’İnsani bir Ekonomi’’ adlı kitabında, değerleri olmayan bir toplumla asla yürünemeyeceğini söylemekte, böyle toplumlara ‘’Güruh Cemiyeti’’ demektedir. Liberalizmin kurucularından olan John Stuart Mill de ‘’Temsilî Hükûmet hakkında’’ başlıklı klasiğinde, millî birliğin, müşterek değerlerin bulunmadığı bir cemiyette demokratik hükümetin kurulamayacağını söyler.

İnsan cemiyetlerini bir arada tutan, devleti devlet yapan milyonları kapsayan, milyonların inandıkları değerlerdir. Adalet ve kanun hâkimiyetinden başka demokrasi de bu değerlerden biridir. Günümüz dünyasında tahrip edilmeye çalışılan tam da bu değerlerdir.

Değerlerin tekrar içselleştirilmesi, ahlâkın apış arasından kurtarılıp yeniden dürüstlük, yalan söylememek, içi-dışı bir olmak, başkalarının hakkını yememek, kamu malına yan gözle bakmamak gibi gerçek anlamlarına kavuşturulması gerekmektedir. Bunlar nesiller alacak projelerdir ama bunlar olmadan da bir toplumun kendine gelmesi, kendini bulması mümkün değildir. Ahlâka giden yol, yürünmesi zor ve uzun fakat olmazsa olmaz bir yoldur. Kanun hâkimiyetinin kesin bir şekilde sağlanması, aynı hedefe doğru atılacak daha kolay bir adımdır. Toplumumuzda ahlâksızlığın alıp yürümesinin bir sebebi de insanların kanunlara, kanun hâkimiyetine, hukukun üstünlüğüne olan inançlarının sarsılmasıdır. Hele kanun önünde eşitliğin ortadan kalktığını gözleyen ve gören insanlar. ‘’Herkes böyle yapıyorsa, ben de kendi imkanlarım çerçevesinde insanları aldatırım, kazıklarım; Allah’ın aptalı ben miyim?’’ rayları üzerinde ilerlemeye başlarlar. Hukuksuzluk, kanunun bazılarına uygulanıp bazılarına uygulanmaması ve bu hâlin de yöneticilerce övülerek anlatılması ahlâk çöküntüsünün baş sebeplerinden biridir. Toplumun ahlâk ve güvene kavuşması için devşirilecek alçak dallardaki meyvelerin başında da kanun hâkimiyetinin, hukukun üstünlüğünün ve kanun önünde eşitliğin yeniden tesisi gelmektedir.

Demokrasi düşüncesinin insanlık tarihinde derin bir geçmişi vardır. Günümüzde demokrasiyi -tabulaştırmaya ve nihai değer ölçütü yapmaya ihtiyaç duymaksızın- toplumda adalet, katılım, güven ve barışın egemen olması amacını gerçekleştirmeye hâli hazırdaki en elverişli yönetim biçimi olarak tanımlayabiliriz. Diğer bir anlatımla demokrasi, barış içinde yaşamayı ve temel insan haklarını güvencede tutmayı önceleyen toplumların bugün ortak paydası durumundadır. Elbette insanlar nasıl yönetileceklerine akıl ve imkânları, bilgi ve kültürleri çerçevesinde kendileri karar vereceklerdir. İnsanların yapacakları her tercih yine kendilerine fayda ve zarar olarak geri dönecektir. Kur’an-ı Kerim’in sıkça atıf yaptığı ‘sünnetullah’ kavramının, ‘’Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez.’’ (er-Ra’d 13/11) ve ‘’İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye-  işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.’’ (er Rum 30/41) mealindeki beyanının bu açıdan dikkate değer bir tespit ve uyarıyı içerdiğini görmekteyiz.