Kamuoyu araştırmaları, vatandaşın en çok pahalılık ve adaletsizlikten şikâyet ettiğini gösteriyor.

Bu yeni bir durum değil. Yaklaşık üç yıldır araştırmalar aynı sonucu veriyor.

Bu gibi durumlarda yapılması gereken nerede problem varsa neşteri oraya vurmaktır. Nutukla ideolojik konularda insanları kandırabilir, ikna edebilirsiniz. Fakat ekonomi öyle değil. İnsanlar yiyip içtiklerinden nelerin eksildiğine, her ay ödemek zorunda oldukları faturalara bakıyorlar.

Tuzu kuru olan veya iktidardan beslenenler için kriz yok. Böyleleri krizi fark bile edemezler. Cüzdanlarındaki rakamlar büyüdükçe pazardaki rakamlar küçülür. Cüzdanında milyonlar olan biri için domatesin, biberin veya etin kilosunun kaç lira olduğunun önemi var mı?

Ya asgari ücretli?

Ya emekli?

Ya gündelik çalışmak zorunda kalanlar?

Ya hiçbir işi olmayanlar? Böyleleri için her rakam büyüktür.

Bir ülkede elektrik faturası her ay 10/15 TL artıyor diye insanlar şikâyet ediyorsa orada 10/15 TL'nin hesabını yapacak kadar zor durumda olan insanlar var demektir. Kriz büyüdükçe küçük küçük zamlar bile büyük mesele haline gelir.

Başka ülkelerde de krizler oluyor. Toplumların kaderinde, çıkışlar kadar inişler de vardır. Bizde asıl sorun iktidarın bir türlü vatandaşın çığlıklarını duymamasıdır. Vatandaş açım diye bağırdıkça bu ya muhalefetin bir propagandası olarak görülüyor yahut sorumluluktan kaçılarak dış güçlerin oyunu olarak takdim ediliyor.

İyi yönetilen devletler dış güçlerin oyununa gelmezler. Dış güçler ülkenizde oyun kuruyorsa iyi yönetemiyorsunuz demektir. Oyun yok, olan şey ülkenin kötü yönetilmesi, aşırı güç vehmi ve kibrin ülkeyi yönetenlerin göz ve vicdanlarını perdelemesidir. Her şey iyi gidiyor diyen bir iktidar için gerçekte hiçbir sorun yoktur. Bir meselenin varlığı kabul dilmeden onun tedavisi yapılamaz.

Milli geliri Almanya'nın otomotiv ihracatı kadar etmeyen bir ülkenin yöneticileri, "dünya bizi kıskanıyor," der, buzdolabı boş olanlar da bunu alkışlar ile karşılarsa orada başka ve daha büyük bir sorun daha vardır, yaşadığını idrak edememe sorunu... Bu sorun, ekonomik krizin kendisinden de büyük bir sorundur. Çünkü açlığa, sefalete alıştırılmış bir toplumu daha iyi ve müreffeh bir dünyaya ikna edemezsiniz. Din adına fakirliğe düzülen övgülerin arkasında da bu idrak hadımlaştırma gayesi vardır. Fakirliği kutsamak, aslında vatandaşı tembelliğe, miskinliğe teşvik etmektir. Din veren el, olmayı alan el olmaktan üstün tutar, veren el olmak için de çalışmak, koşmak, terlemek gerekir.

Büyük bir krizle karşı karşıyayız. İdraki iğdiş edilmiş olanların dışında herkes bunu yaşayarak görüyor. Bir hafta önce alınan bir malı bir hafta sonra aynı fiyata alamıyorsanız orada ciddi bir hayat pahalılığı ve enflasyon vardır. Fukaralık onur kırıcıdır, çünkü insanı eşine, dostuna çocuğuna bile mahcup eder. Evinin, barkının ihtiyaçlarını karşılayamayan bir baba-anne düşünün; bu onlar için ne kadar yıkıcıdır değil mi?

Boş lafla, sloganla, din istismarı ile hiçbir mesele çözülmüyor. Siyaset, yapanın kaldığı, yapamayanın gittiği bir meslektir. Ne yazık ki, artık yönetemiyorlar. Büyüdük, uçuşa geçtik dedikçe kriz daha da büyüyor. Hiçbir tedbir işe yaramıyor. Çünkü ortak akıl yerine her şeyi bir kişinin aklına mahkûm ettiler. Devlet bir akılla yönetilemez. Partili Başkanlık sistemi sadece parti ve başkana çalışan bir sistem. Türkiye'nin halka çalışan, milli menfaatleri bir parti ve kişinin çıkarlarına feda etmeyen yeni bir sisteme ihtiyacı var. Demokrasi bir eşitler nizamıdır. Halkın çalışıp, muktedirlerin yediği bir sistemde eşitlik olmaz, halk fakirleşir, muktedirler zenginleşir. Kimse sesini çıkarmasın diye de fakirlik kutsanır. Yaşadığımız hikâyenin aslı astarı budur.