‘’EĞİTİM MESELESİ’’ VE ‘’ZİHNİYET MESELESİ’’

               Geri kalmışlıkla ilgili olarak geçen sohbetimizde ele aldığımız komplo teorileri ve saflık izahlarından bir gömlek daha ileri olan iki ilave tezden bahsedeceğim. Bunlar; ‘’eğitimsizlik’’ ve ‘’zihniyet meselesi’’dir. Önce toplumun eğitilmesi gerektiği, kalkınmanın bunun ardından geleceği tezi tarihi gerçeklerle uyuşmamaktadır ve rahmetli Mümtaz Turhan Hoca’nın ‘’Garplılaşmanın Neresindeyiz?’’ eserinden sonra bu tez gözümüzde hayli zayıflamıştır. Mümtaz Hoca ve daha başka düşünür ve yazarlar, kalkınmanın eğitimin itmesiyle değil, tersine, eğitimin, kalkınmanın çekmesiyle gerçekleştiğini ikna edici şekilde göstermişlerdir. Ancak eğitimin toplumun genel becerilerini yükselttiğini de göz ardı edemeyiz.

               Zihniyet meselesi izahı ise genellikle içinde zımnen şu söylemi barındırır: ‘’Benim zihniyetimde olsalar, hemen kalkınırdık. Bu halk böyle işte, ne yaparsın..’’ Aydınımızın tipik üstünlük ve bu üstünlüğe rağmen aslında elinden bir şey gelmediğinin ilanıdır bu sözler. Dolayısıyla bir sorumsuzluk, suçsuzluk ve beraat talebidir bir nevi.

               Geri kalmak, şüphesiz bir zihniyet meselesidir; fakat en az bir  o kadar da bu zihniyeti yaratan ortam meselesi; son analizde de bir kültür meselesidir. Gördüğüm şudur; Geri kalmışlık maalesef toplumumuz tarafından istenmekte ve kabul edilmektedir. Yaptığımız tercihler bunun en önemli göstergesidir. Ancak belirtmeliyim ki; zihniyet özrüne başvuran, önce mevcut zihniyeti tarif ve tenkit etmeli, sonra bunun yerine önerdiği yeni zihniyetin ve niteliklerini ve nihayet bu yeni zihniyetin hakimiyeti için şartların nasıl değiştirilmesi gerektiğini de söylemelidir.

               Kısa bir ufuk turu, aslında ‘’Türkler ve Müslümanlar niçin geri kaldı?’’ sorusunun kendisinde bir hata olduğunu gösteriyor. 18.-20. Asırlara baktığımızda görülen manzara şudur: Batı ilerdedir. Diğerleri geridir.. Yalnız Türkler ve Müslümanlar değil; Batı dışında kalan her yer geridir. Büyük klasik medeniyet beşikleri olan, Hindistan geridir, Çin geridir, Hatta Japonya ve Rusya nispeten geridir.. Batı, bu gerilikler üzerine sömürge imparatorlukları kurmuştur. Biraz daha hallice Rusya, Türkistan’da; Japonya Çin ve Kore’de imparatorluk kurmakla meşgul olmuşlardır.

               O halde bizim ve dünyanın geri kalanının pek de geri gitmediğini, dengesizliğin, Batı’nın ileri gitmesinde yattığını görürüz. Bizim eksiğimiz, onlar ilerlerken yerimizde saymamızdır. ‘’Geri gittik’’ sözü bir göz aldanmasıdır. Duran trendekilerin, yanda hareket halindeki trene bakıp kendilerinin geri gittiğini sanması gibi. ‘’Duraklama devri’’miz, Batı’nın kalkışa geçip bize yaklaştığı dönemdir. ‘’Gerileme devri’’miz ise Batı kalkınmasının artık temposunu yükselttiği dönem. Fakat ara açıldıkça, mağlupların sırtına binen yükler onların toplumlarının içten çürüyüp, sonunda gerçekten gerilemesine yol açtı.

               Şu halde doğru soru, ‘’Batı nasıl zenginleşti?’’ dir. Sorgulanacak zaman da bu zenginleşmenin başladığı 15. ve 16. asırlardır. Türklerin dünyanın birinci, ikinci ve üçüncü en güçlü devletlerine sahip oldukları devirler. Bu asırlarda Doğu-Batı dengesi Doğu lehinedir. O zamanlarda yaşıyor olsaydık, sorumuz, ‘’Doğu niçin güçlüdür?’’ olurdu.

               Bu soruyu şimdi soralım: 15. ve 16. asırlarda, Batı niçin geridir? Yılmaz Öztuna, 14.-16. asırlarda birleşik Avrupa güçlerine karşı Osmanlı’nın savaşlarında, birkaç savaş için benzer gözlemleri şu şekilde aktarır.

               Misal olarak bir tanesine, gerçek bir Haçlı-Osmanlı savaşı olan Niğbolu savaşına bakalım: Haçlı ordusu Macar, Fransız, İngiliz, Alman, Polonya, Venedik, Kastilya, Aragon, Rodos, Papalık, Eflak, Töton Şövalyeleri, Norveç, İskoçya ve bazı İtalyan şehir devletlerinin birleşik gücüdür. Macar Kralı Sigismund’un komutası altında toplam 130 000 kişilik bir ordu. Türk ordusu ise 70 000 civarındadır.

               Modern strateji teorisi, harplerde ordular kadar tarafların felsefe ve kültürlerinin de çarpıştığını söyler. Siyasi yapıyı da ‘’felsefe ve kültür’’ ün içinde düşünmeliyiz. Şimdi şu klişeye başvurabiliriz: ‘’ Bizimkilerin iman gücü, onlarınkinden üstündü.’’ Ama iş öyle değil, gözlemler ‘’iman güçleri’’ arasında devasa bir farklılığa işaret etmiyor.

               Fransızlar ve diğer Haçlı kuvvetleri, Avrupa’nın seçkin ve tecrübeli muharipleri idiler, cesurdular. Fransız büyük sancağı, askerlerini teşvik etmek amacıyla, Fransız deniz kuvvetleri kumandanı Amiral Jean de Vienne tarafından tutuluyordu.  Sancak altı defa yere düştü ve Amiral tarafından altı defa yerden kaldırıldı. Türkler ancak Amiral’in ölüsünün elinden sancağı ganimet olarak aldılar. Onun yanında Prens Philip de la Bar da maktul düştü.

               Öztuna Türk zaferinin temel sebebini şöyle anlatmaktadır:

               ….Türk ordusunda başkumandan, en uzak cenahların en küçük birliklerine kadar hakimdi; herhangi  bir emri dakika geçmeden ve körü körüne yerine getiriliyordu. Haçlı başkumandanı olan Sigismund, bu tarzda değil bütün orduya, kendi Macar tümenlerine bile hakim değildi. Her Haçlı birliği, diğerinden habersiz, kendi başına savaşıp kahramanlık göstermeye çalışıyordu.

               Haçlılar 25 Eylül 1396 günü 100 000 ölü ve 10 000 esir vererek muharebe meydanını terk ederler. Merkezi imparatorluk yapısıyla feodal karmaşa arasındaki fark, sadece savaşta değil, barışta da Doğu’yu üstün kılmıştır. Kanun hakimiyeti, halkın hak ve hukuku, genel sağlık gibi hemen bütün alanlarda Batı geridedir.

Niğbolu’dan bir asır, hatta iki asır sonra da Avrupa’nın durumu çok farklı değildir. 1500 yılında Avrupa’da 500 adet bağımsız güç merkezi vardır. Feodalite’nin siyasi yapısıdır bu. 1600 yılında bir tek Batı ülkesinin bile daimi ordusu yoktur. Avrupa’daki tek daimi ordu Türklerinkidir.

               Batı bu yüzden geri kaldı. Merkezi otorite yokluğundan, kanun hakimiyetinin ve devletin zayıflığından. Doğu güçlü devlet sistemiyle ve o devletin güçlü ekonomisi ile toplayıp aynı disiplinle yönettiği ordularıyla üstündü.

               Batı niçin geri kaldı sorusunun cevabı budur. Kısaca, feodalitedir. Batı, Roma’nın çöküşünden beri Doğu’nun gerisindedir.

               1700’e gelindiğinde Avrupa daha büyük siyasi birlikler içinde toparlanmaya başlamıştır. Artık daimi orduları vardır. Türk ilerlemesi bu suretle dengelenir. Avrupa’da feodal dağınıklığın millet devletleri ve imparatorluklar, sonunda da sadece millet devletleri yapısına geçmesi 20. asrın başına kadar sürecektir. 1500 yılındaki 500 civarındaki siyasi otorite merkezi, 1900 yılında 20’ye inmiştir. Batı asıl üstünlüğünü büyük, üniter ve milli devletler kurulduktan sonra kazanmıştır.

               Batı’yı üstün kılan tarihi kaza, milli devletler yapısına geçilirken ki ara dönemde , feodalite karmaşası içindeyken gelişen zihniyettir. Servetin devlet dışında da elde edilebileceği, tek tek insanların kapı kulu olmadan da önemli ve kazançlı işler yapabileceği, böyle yapmaları gerektiği zihniyeti. Hayır ve şerrin sadece devletten gelmediği; insanların da geniş bir oyun alanına sahip olduğu. Bu anlayış, en kuvvetli şekliyle İtalya şehir devletlerinde ortaya çıkmıştır. Modern muhasebeden modern şirket anlayışına, bankacılıktan sigortacılığa kadar bir çok iş ve ticaret müessesesinin İtalya menşeli olmasının sebebi budur. Kristof Kolomb’un da.

               İşte aranılan zihniyet budur. Zenginlik devletçe yaratılmamaktadır. Zenginlik, kazanmak isteyen fertler ve o fertlerden oluşan ortaklıklar, yani şirketler vasıtasıyla yaratılmaktadır. İnsanlar kendi işlerini, kendileri için yapmaktadırlar. Başkasının- devletin – işini kendileri için değil. Devlet, kendileri için çalışan fertlerin eşit şartlarda rekabet etmesini, edindikleri mal ve mülkün eşkıya ve dolandırıcılar tarafından ellerinden alınmamasını, kişiler arasındaki kontratlara riayeti temin edecek kanun hakimiyetini ve güvenliği sağlamakla yükümlüdür. Bu güvenlik ve hakimiyet ne kadar sağlam ve tavizsiz olursa fertler de o kadar verimli olmaktadır.

               Şahsi servet maalesef bizim toplumumuzda daima şüpheyle karşılanmıştır. Devlet şahsi servetleri her zaman ‘’müsadere’’ edebilir. Ticaret ve sanayi azınlıkların işidir. Para kazanmak isteyen devlet hizmetine girer. İsterseniz günümüz için buna, ‘’siyasete atılır’’ı da ekleyebilirsiniz. Zengin ülkelerde para kazanmak isteyen iş hayatına, güç kazanmak isteyen ise siyasete atılır. Bizde bu formülün tam da böyle işlediği söylenemez. Para kazanmak için siyasete atılanlarımız hiç de azımsanmayacak sayıdadır. Simetriyi bozmamak için olsa gerek, iş adamlarının da bazen birinci hedefinin siyasi güç olduğunu görüyoruz.

               Yusuf Has Hacip’in, daha önceki sohbetlerimde söylediğim mısralarına fazla yük yüklediğimin farkındayım ama yine de söylemede edemiyorum. Ordu, güvenlik ve milli devletin dayanağı olan yüksek kültürün bekası merkezi bir iştir ve bunların sorumluluğu da yetkisi de devletindir. Kutadgu Bilig, orduyu ayakta tutmak için hazinenin dolması gerektiğini söyledikten sonra, bunun halkın zenginleşmesi ile gerçekleşeceğini yazmaktadır. Devletin kurup yönettiği Kolhoz veya KİT’lerle değil.

               Zenginlik, kendi işlerinde çalışan fertler tarafından yaratılır. Millet ve onun devleti böylelikle güçlü olur.

 Bu konuya önümüzdeki sohbetlerde de devam edeceğimi belirterek sevgi ve saygılarımı sunuyorum.