İnsanların hayat pahalılığından ve ekonomik krizlerden bunaldığı, hak-hukuk ve adaletin tecellisinden ümit kestiği, toplumun kamplara ayrıştırılarak, siyasî çıkar sağlamanın meşru hâle geldiği bu ortamda, partilerin amacını, işlevini konuşmanın derde deva olmayacağını bilsek de, biz yazmaya, anlatmaya devam edeceğiz.

   Biliyoruz ki, bütün olumsuz şartlara rağmen, siyasî partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır ve millî iradenin temsil edilmesine aracı olan kurumlarıdır. Bu görevleriyle, ülkelerin geleceğinde çok önemli bir yere sahiptirler. Kitlelere ümit verir, onları harekete geçirirler.

   Demokratik sistemlerde milletin hak ve taleplerinin kazanılmasında, gelecek ideallerinin gerçekleşmesinde iktidarların yanında, muhalefetin de ortak sorumlulukları vardır. Muhalefete düşen görev, günümüzün iletişim teknolojilerini yerinde ve doğru mesajlarla kullanarak, iktidar alternatifi olabileceği ümidini vermek ve sonuç almaktır.

   Siyasî partiler, millet hayatının, 14 Mayıs 1950’de DP’nin çıkışıyla, ‘’YETER SÖZ MİLLETİNDİR.’’ diyerek bir devrin kapanmasına, ümit ve heyecanla yeni bir devrin açılmasına öncülük ettikleri gibi, ‘’Yeter, bizim derdimiz bize yeter!’’ şeklindeki yılgınlık ve isyan noktasına gelmesine de sebebiyet verebilmektedirler. Bugünkü durumda, halkın dertlerinden kurtuluşa vesile olmasını sağlamak ve yeni bir yolun açılacağı ümidini güçlendirmek muhalefetin de görevidir.

   Son zamanlarda muhalefetin bu görevi yapmakta başarılı olduğu ve ümit verdiği, kamuoyu araştırmalarından anlaşılmaktadır.

   Günümüz siyaset anlayışının karşı karşıya bulunduğu en büyük tehlikelerden biri, siyasî partilerin rakiplerini oyun dışı bırakmak için, toplumun inanç değerlerini kullanarak kendi cephelerini güçlendirme taktikleridir. Bu anlayış, geçici olarak bir kazanım sağlamış gibi görünse de, sonuçta zarar gören, toplumun uğruna ölümü göze aldığı, hayatının anlamını oluşturan dinî ve millî değerler olmaktadır.

   Son yıllarda, toplumda yaygınlaştığı bazı araştırmalarla ortaya çıkan değerler aşınmasının ve zayıflamasının temelinde, din kisvesi altında, siyaset meydanlarında fütursuzca yapılan, maksadını aşan konuşmalardır.

   Hz. Ömer’in hutbede cemaatine hitaben, ‘’Haktan ayrılırsam ne yaparsınız?’’ hitabına sahabenin, ‘’Seni kılıcımla düzeltirim ya Ömer!’’ cevabı, İslamî referanslarla ülkeyi yönetme iddiasında bulunanların uykusunu kaçırmıyorsa, aksine itirazını dile getiren veya sesini duyurmaya çalışanlar, ‘’Sen kimsin, kim oluyorsun… vb.’’ ifadelerle sindirilmeye çalışılıyorsa, sözün bittiği yerde olduğumuzun göstergesidir.

   Halk olarak bizim de, Hz. Ömer kıssasından hissemize düşen, her birimizin ‘’hak’’tan ayrıldığını düşündüğümüz yöneticilere, İbn-i Mesud olduğu rivayet edilen, o sahabenin duruşunu örnek almaktır. O hak arama şuurunun, bugün baskı ve tehdit altında olduğu, sesinin yeteri kadar gür çıkmadığı da bir hakikattir.

   Tabii ki, o günün düzeltme aracı olarak görülen ‘’kılıç’’ın yerine kalem, yani söz, yani demokratik zeminlerde tepkisini meşru araçlarla ortaya koymak ve son noktada sandıkta yurttaşlık görevini yerine getirmek olarak anlaşılmalıdır.

   Çok partili demokrasimizde, az da olsa hukukun hakim olduğu dönemlerde, siyasete olan güvenin de yükseldiğini görmüş olmak, bizi muhalefet partilerinin ‘’hakkın ve hukukun üstünlüğü’’ vurgusunu çok güçlü bir şekilde ve inandırıcı programlarla topluma anlatmaları gerektiği sonucuna götürmektedir.

   İnsanların; ‘’aşının, ekmeğinin, sağlığının, eğitiminin, barınma ve korunmasının, gelecek güvencesinin’’ en büyük teminatı olacağı iddiasıyla, halktan yetki alarak iktidar olmuş bir idareden ümit beklemeleri, en doğal hakları olup, bu hakkı toplumsal bir talep haline getirmek, akıllı ve akılcı bir muhalefetin hedefi olmak zorundadır.

   Türk siyasetinin diğer bir hastalığı da, partilerin program, bildiri ve vaatleri ile, iktidara geldiklerinde uygulamaları arasındaki tutarsızlıktır.

   Çok partili sisteme geçildikten bu yana, derece derece bütün siyasî partileri pençesine alan bu onulmaz dert, bu dönemde zirve yapmıştır.

   Halktan kopuk olma, onun dertleriyle dertlenmeme sonucunu doğuran bu yaman çelişki, hem dinimizin emirlerine, hem de millî kültürümüzün ‘’devlet baba’’ anlayışına aykırı düşmektedir.