Devlet ve siyaset, insanoğlunun topluluklar halinde yaşamaya başladığı en eski çağlardan bugüne kadar, birlikte yaşamanın doğal sonucu olarak, var olagelmiş iki kavramdır.

   Amacımız, bu konudaki felsefî analizlere, sosyolojik değerlendirmelere girmekten çok, binlerce yıldır yaşatmanın haklı gururuyla övündüğümüz devletimizin varlığını sürdürmek konusundaki duyarlılığımızı paylaşmaktır.

   Devletin varlık sebebi, sınırları belirlenmiş “vatan” toprakları üzerinde bağımsız olarak, vatandaşın can-mal güvenliği ile hak-hukuk ve adalet içerisinde, huzur, refah ve mutluluğunun sağlanması ise, devletin “Devlet Babalığı ve Kutsiyeti” de zaten buradadır.

   İnsanın olmadığı yerde devletin, devletin olmadığı yerde de insanın olması (yaşaması) ihtimali ve imkânı yoktur.

   Tabiidir ki, devlet denen kurumun kurallarını oluşturacak ve bunları uygulayarak, insanı özgür, eşit ve müreffeh (rahatlık, bolluk içinde yaşayan) bireyler olarak yaşamasını sağlayacak sistemlere ve uygulayıcılara ihtiyaç vardır.

   İşte burada da, “siyaset” kurumu, “devlet”in ayrılmaz bir parçası olarak devreye girer. Devlet ve siyaset kurumları birbirlerinin olmazsa olmazları olduğu gibi, insanoğlunun doğasındaki farklılıklar nedeniyle, birbirine zarar veren, aleyhine işleyen durumlarda da ortaya çıkabilmektedir.

   Uzak ve yakın tarihimizde; ehil, bilgili, adil, birikimli ve adanmış kimselerin yetkiyi elinde bulundurdukları dönemlerde, ülke olarak daha güçlü, millet olarak daha mutlu olduğumuz bir gerçektir.

   Toplumun desteğini almak için, ülkeyi yönetmek konusunda vaatlerde bulunmak, siyasetin var oluş sebeplerinin başında gelmektedir.

   Bu vaatler, her zaman devletin varlık sebebiyle örtüşmeyebilir. Vatandaşa, siyasetin diğer kesimlerine, sivil topluma ve basına düşen görev, bu vaatler karşısında uyanık ve tetikte olmaktır.

   Zaman zaman devletin adına, diline, üniter yapısına ve anayasasındaki değiştirilemez hükümlerine yönelik haince fikirler; süslenmiş, ambalajlanmış birtakım söylemlerle vaat olarak sunulabilmektedir.

   Bugün yaşadığımız en büyük sorun, devlet-siyaset ilişkilerinde dengenin “devlet” aleyhine bozulmasıdır.

   Devlet yönetiminde,  ehliyet ve liyakatin yerini siyaset eliyle, kayırmacılığın ve adamcılığın aldığı, devletin adil ve kucaklayıcı vasfına güvenin kalmadığı bir ortamda, gelecek adına endişe duymamak mümkün mü?

   İktidarı-muhalefetiyle, siyaset kurumuna düşen görev, “devletin var oluş sebebinin sınırlarını zorlamamak, bu sınırlara riayeti (uymak, bağlı kalmak) sadece sözde değil, uygulamalarıyla da kanıtlamak olmalıdır.

   Vatandaştan aldığı yetkiyi, onun huzuru ve mutluluğu ve ülkenin geleceği için kullanma iradesine ve  “egemenliğin millete ait olduğu” ilkesine saygı göstermek, birlikte yaşama arzumuzun doğal bir sonucudur.

   Yeter ki, bu yetki doğru ve yerinde kullanılsın. Yeter ki, uygulamalar anlamındaki “siyaset” ile ortak yaşamımızın güvencesi “devlet”in sınırları açık bir şekilde birbirinden ayrılsın.

   Geçmişte de siyasetin devleti kendi hükmü altına aldığı sıkıntılı dönemleri yaşadık ve bedellerini toplum olarak ödedik.

   Bugün ise, eğitimden adalete, ekonomiden sosyal politikalara, devlette istihdamdan kamuda ehliyet ve liyakate her konuda, siyasetin koyu gölgesinin ve ağırlığının olanca kuvvetiyle devletin üzerine çöktüğü bir dönem yaşıyoruz.

   Devleti; siyasetin ayrıştırıcı, hükmedici, güç devşirici kavgasından uzak tutarak, her iki kurumu da aslî görev ve yetki alanında sağlam tutmak, hepimizin derece derece ortak sorumluluğundadır.