Doğu toplumu ile Batı toplumu arasındaki farklılıkları kendi yorumlarımı katmadan, ancak yazılarımın dikkatlice okunması sırasında zihniyetimin neye yönelik olduğu belli olan düşüncelerimi bu haftaki yazım ile tamamlamak istiyorum.

               Gerek Osmanlı döneminde gerek bugün imrenerek bakıp da bir türlü anlamadığımız Japon modernleşmesinin dikkat çeken bir serüveni vardır. Son nefesine kadar Batıya tepki koyan ve geleneksel kültürden gelen anlı şanlı büyüklerimiz her ne hikmetse Japon modernleşmesine hayran kalırlar. Örneğin Meşrutiyetin geleneksel kültürden yana olanları; İttihat ve Terakki cemiyetinin önde gelen kurucularından olan Ahmed Rıza’yı, hem kız kardeşi Selma Rıza’nın başı açık gezmesi, hem pozitivistliği nedeniyle kafir ilan etmiş; 31 Martın medrese figüranları da ölüm listesine almıştır. Ahmed Rıza hazırladığı cevabı, Osmanlı müderris ve aynı zamanda Meclis-i Mebusan üyesi olan Mustafa Sabri’ye gönderdiği halde, Beyanü’l hak mecmuasında yayınlamadılar, o da hikayesini anılarına yazdı. Şöyle ki; ‘’…. Bir takım edepsizler benim aleyhimde bulundular, bana dinsiz dediler. Ben onların Memduh’u (övdükleri) olursam keder ederim. Din nedir? Yalnız dua mı, ibadet mi? Sarıklı mutaassıplar acaba ahlaka ve toplumun menfaatlerine dair ne fazilet gösterdiler. (….) İnsanı insan yapan iki şeydir: Biri vicdan, diğeri meslek. Hür bir vicdan, doğru bir meslek sahibi olmayan adamın ne meziyeti olabilir? Beni dinsizlikle ettikleri sırada Hac’dan dönen birkaç yüz Türk’ün Araplar tarafından tekbirle kesildiklerini gazeteden okumuştum. Hacıları kesen Araplar acaba benden ziyade mi Müslümanlar?’’

               Ünlü Türk düşünür, sosyolog Hilmi Ziya Ülken’e göre Ahmed Rıza ileri bir entelektüel birikime sahip bir kişi olmamakla birlikte Meşveret yazıları ve Batının Doğu politikasının Ahlaken iflası eserinde, devletin bütünlüğünü, Türklük ve Müslümanlığı savunuyor, emperyalizmi reddediyordu. Jön Türk kongresinde (Paris-1902) Prens Sabahaddin ile olan anlaşmazlığın nedeni, Batı müdahalesine karşı çıkışıydı. Medrese bilincinde felsefi arka plan değil, semboller önemlidir. Ümmet anlayışına dayalı millet sistemi, toplumsal ilişkinin modern dinamiklerini ve kamusal yararı esas almıyordu.

               Osmanlı aydınının Tanzimattan beri bocaladığı modernleşme davasında en ilginç örnek bizimle aynı yıllarda yola çıkan Japon modernleşmesidir. Belirtmekte yarar gördüğüm şey şudur; İslam düşüncesi Uzakdoğu dinleriyle Hıristiyanlık gibi tarihsel bir rekabete girişmemiştir; aralarında İbrahimi köken birliği de yoktur. Kilise ilahiyatını vicdanlara, ortaçağ geleneklerini realite dışına iten Batı aydınlanması, Japon kültürüyle olan temasında, bizdeki gibi modernizmi kafirlik olarak ilan eden kurumlara sahip değildi. Japonlar kendi Tanzimatından önce, tıpkı Tanzimattan önceki Osmanlılar gibi, ayrı bir kültür düzeni altındaydı. Modernite On Altıncı asırda Japon adalarına uğradığında, önce kültürünü Çin egemenliğinden kurtarmış, alfabesi dışında ne kadar yararsız gelenek varsa hepsini bırakmıştır. Daha önemlisi Japonlar, dilini ve benliğini Türklerin Arap kültürüne teslim olması gibi Budizm’e terk etmemiştir. On Beşinci yüzyılda Çin kültüründen tamamen kurtulan Japon kültür düşüncesi incelendiğinde şu tespiti yapmak mümkündür; Japon kültürünün en dikkat çekici tarafı, değişim ve analitik düşünmeye rakip bir oluşumun bulunmaması nedeni ile geleneksel kültürden kurtularak moderniteyi içlerine sindirebilmeleridir. Batı ile Japonya arasında bizim gibi dinden kaynaklanan derin bir ideolojik gerginlik olmamıştır. Japonların radikal genç kuşağı, Budizm’e dayanan  eski pagan dini milli din ve dinin başkanı Mikado’yu imparator yaptılar. Meiji (ışık) hareketi (1868) ise kısa zamanda modernleşmeye uyum sağlamayı başardı.

               Bizde ise bilinci Batıya kapalı olan dönemin medrese kültürü Japonların harflerini ve geleneklerini değiştirmeden modernleştiğini zannederek Cumhuriyet devrimlerine körü körüne karşı çıkarlar. Halbuki gerçek kesinlikle böyle değildir. Şöyle ki; 19. Yüzyılda ‘’Han’’ denen feodal derebeyi sistemini yıkan Meiji devrimi, hedefine uygarlık-Aydınlanma sloganını koymuştur. Bu yönüyle bizim Tanzimatımıza veya Cumhuriyetimize çok benzer. Meiji devrimi de siyasal ve ekonomik bağımsızlığını Türk devrimi gibi ordu gücüne dayanarak kazanmış, kapitülasyonları kaldırmıştır. Devrimden önce Japon köylüleri feodal derebeylerin kölesiydi. Eğitim seferberliği yoluyla önce modern yurttaşlık bilinci geliştirildi. 1871’de sınıfsal simgeyi gösteren giysi ve saç şeklini serbestçe değiştirme özgürlüğü getirildi. Evli kadınların feodal kültürden kalma kaşlarını kazıtma ve dişlerini siyaha boyama vs. gibi gelenekleri kaldırıldı. Yine yerli kıyafet sayılan Kimono reform geçirdi, şimdilerde folklorik öğe olmaktan öte işlevi kalmadı. Aynen bizdeki gibi Batı usulü takvime geçildi. Çin harfleri Japonlaştırıldı.

               Japon devrimi, elzem gördüğü kamusal davranış kurallarını yerleştirmek için, tüm yararsız gelenekleri devlet eliyle yıkmış, modernleşmeye uyum sağlamak için adeta halk mahkum edilmiştir. Japon halkının Türk toplumundan tek farkı, homojen yapısı nedeniyle bizdeki etnisite sorunu yaşamamasıdır. Diğer önemli fark ise, bizde olduğu üzere hayatın her alanına müdahale eden kutsallaşmış geleneklere sahip olmamasıdır. Japon toplumu bu sosyolojik yapısı ve bilinç düzeyi ile Batının laik toplumuna uyum sağlamada sorun yaşamamıştır. Japonya’da bizdeki gibi güçlü imani kaynağa atıfla her yeniliği kafirlik ilan eden Medrese/ulema yapılanması yoktur. Gelenekler, alışkanlıklar, giyim kuşam Japon toplumu için vazgeçilmez kutsallar değildir. Batı bizdeki gibi ‘’kafir’’ diye, ‘’gavur icadı’’ diye aforoz edilmemiştir. Askere Batı kıyafeti, halka dolama sarık yerine fes giydiriyor diye II. Mahmud’un atının dizginlerine sarılıp Gavur Padişah diyen Saçlı Şeyhler çıkarmamıştır. Budist öğreti, kadavra ve karantinaya karşı çıkmamış, haritaları lağıma atan Darü’l-muallimin müdürleri yetiştirmemiştir.

               Japon modernleşmesinin Osmanlıdaki karşılığı Batı uygarlığına ölesiye direniştir. Direnişin ana unsuru tarihsel İslam-Hıristiyan rekabetine dayansa da, asıl önemlisi kültürel mirasın içindeki geleneksel kültürel referanslardır.

               Modernite öncesi tarım toplumlarının zihinsel alışkanlık ve davranışlarını ifade eden görenek veya gelenek, toplumsal dönüşümde anahtar rol oynamıştır. Moderniteye boyun eğmemiş gelenekler halen daha kapalı bilinç üretmeye en yaygın olarak Doğu coğrafyasında devam ediyor. Günümüz kültür sözcüğünün içine sığınıp yaşlıların belleklerinde yaşayan gelenekler, töreler ve inançlar zamanla halkın baskı ve tepkisiyle zorla uygulanır hale gelir. Zorla uygulanması teamül haline gelmesi demektir. Teamüller yazılı hukuk tarafından hükümsüz kılınmadıkça yasa etkisi doğurur. Feodal yöneticiler köylünün kapasitesi dışında bilgi sahibi olmasını asla istememişlerdir.

               Doğu Toplumu-Batı Toplumu yazılarımı; bu konuda en güzel ve anlamlı sözleri söyleyen Aliya Izzetbegoviç’in 1997 yılında İslam konferansı üyelerine söylediği sözlerle tamamlamak istiyorum.

               ‘’ Çok açık konuştuğum için beni bağışlayın. Güzel yalanların yardımı olmaz ama acı gerçekler bir ilaç olabilir. Batı çöküntü içinde ya da dejenere olmuş değil. Kendi kendini kandıran komünizm ‘çürümüş Batı’ propagandası ile bunu acı bir şekilde ödedi. Batı çürümüş değil. Güçlü, örgütlü ve eğitimli. Okulları bizimkilerden iyi, kentleri bizimkilerden temiz. Batı’da insan haklarının düzeyi yüksek ve fakirler ile sakatlara toplumsal yardım iyi örgütlenmiş durumda. Batılılar çoğunlukla sorumlu ve dakik insanlar. Onların ilerlemelerinin karanlık yönünü de biliyorum ve bunun gözümden kaçmasına izin vermiyorum. İslam en iyisi ama biz en iyisi değiliz. Bunlar iki farklı şey ve her zaman onları karıştırıyoruz. Batı’dan nefret etmek yerine onlarla rekabet etmeliyiz.

Kur’an bize bunu emretmiyor mu;

‘’HAYIRLI İŞLERDE YARIŞINIZ’’.