Güven, yolsuzluk, iktidara dayanarak yapılan hırsızlık, İnsan sermayesi ve toplum sermayesi gibi konuları incelemeye ve araştırmaya başladığınız anda, her biri için Milletler bazında hazırlanmış olan istatistikler bulunduğunu görüyorsunuz. Bu Güzel. Sonra da kendi Ülkenizin bu konudaki siciline bakıyorsunuz. Eğer Türk iseniz tadınız kaçıyor. Çünkü bütün indekslerde; yolsuzluğun bulunmadığı, insanların birbirine güvendiği ve insan kalitesinin yüksek olduğu ülkelerle değil, onlardan uzak bir yerlerde mekân tuttuğunuzu görüyor ve sorumlu bir bireyseniz kahroluyorsunuz.

   Bu can sıkıcı manzarayı seyredip, ‘’ İşte medeniyet bu… Onlarda yolsuzluk yok, bizde var.’’ Deyip oturabiliriz. Birkaç asırdır aydınımızın yaptığı tam da budur zaten. ‘’ Yaa, işte medeniyet!’’ deyince, ‘’aydınımız’’ temize çıktığını, hatta kendi medeniliğinin ispatlandığını zanneder. Tenkit etti ya… Halbuki Milletlerin içinde bulunduğu durum, en evvel ve her şeyden evvel bu aydın denilenlerin ve onları okutan okumuşların sorumluluğudur. Ülkeyi yönetenler ise bu sorumluluk zincirinin imameleridir.

   ‘’İşte medeniyet’’ deyip hiçbir şey yapmadan oturmaya kapıyı kapatmamız lazım. O halde ne yapmalıyız? Önce şunu yapmalıyız: Niçin? Diye sormalıyız. Niçin diye sormalıyız ki cevabımız, bu utanılacak hali düzeltmek için atmamız gereken adımları göstersin.

   Bir büyüğüm zamanın birinde bana şunu anlatmıştı. ‘’Batı’nın itibarlı üniversitelerinin birinde doktora yapıyordum. Bir sınav için hoca sınıfı ikiye bölmüştü. Sınava yarımız öğlenden önce, yarımız ise öğlenden sonra girecektik. Hoca, iki gruba da aynı soruları soracağını ve sabahçıların öğlencilerle sınav hakkında konuşmamasını tembihledi. Öğle yemeğine oturduğumuzda sofradakilerden bir kaçı sınava girmişti. Ben biraz sosyal olmak adına, Nasıl geçti? Zor muydu? Diye sordum. Bir arkadaşım tam cevap verecekken öteki araya girip, ‘Zor-Kolay değerlendirmesi de sınav hakkında bilgi vermek olabilir. En iyisi bunu konuşmayalım’ dedi. Herkes kabul etti.’’

   Nedir bu şimdi? Bizim hangi üniversitemizde, hangi okulumuzda, bol seçmeli Kamu sınavlarının hangisinde bu sahne tekrarlanabilir? Onları namuslu, bizi namussuz yapan; onlarda ahlakı hayatın her alanına sokan anlayış, bizde apış arasına hapseden nedir? Malum; o bol seçmeli sınavların ‘’bizim adamlar’’, ‘’bizimkiler’’ veya ‘’alnı secde görmüşler’’ arasında ‘’Allah rızası için’’ paylaşıldığını bilmeyen kalmadı.

   Nasıl davranacağımızı bize bildiren ‘’terbiye’’miz, ‘’geleneklerimiz’’ vardır. İnsan-insana ilişkide, aile içinde, okulda, iş hayatında, devlet yönetiminde bir kısmı yazılı, fakat büyük kısmı yazılı olmayan kurallarımız vardır. Daha önemlisi de bu kuralların dayandığı değerler vardır ki aslolan onlardır. Kurallar o değerleri korumak ve yaşatmak için konulmuştur zaten. Değerler yoksa kuralların anlamı kalmaz. Artık onlara ‘’kural’’ bile denmez. Bu durumdaki kurallar merasimden ve ritüelden öte bir anlam taşımaz.

   İşte bizde ve bütün İslam dünyasında olan budur. Değerlerin kaybolması; asırlar önce bu değerler için konulmuş olan kuralların değerlerden bağımsız yaşamaya devam etmesi. Ruhunu teslim etmiş kurallar, hortlaklar gibi ortalıkta dolaşıyorlar. Din bitmiş, dinden kopuk şeriat ve ilmihal cansız dolaşmaktadır.

   Müslüman geleneğinde erkekler altın takı kullanmazlar. Bizim siyasi Ümmetçilerimiz, bu kurala uymak için alyanslarını gümüşten yaptırırlar. Niçin? Çünkü bu davranışın arkasındaki değer unutulmuştur. Altın alyans takılmaz; fakat milyonluk Mercedes’e binilir. Altın alyans takılmaz ama platin alyans takılabilir. Altın alyans takılmaz, fakat tarihin kirli sayfalarına gömülü bednam kişilerin ihtişamlı yaşantılarına gıpta edilir; onlar taklit edilir. Ama altın alyans takılmaz… Ama – hatırlayanımız var mı- DİN İSRAFA KARŞIDIR.

   Kur’an, öncelikle mesajı anlaşılsın diye okunur. Bizde anlamını bilmeden ibadet hakim tarzdır. Halbuki ülke çoğunluğunun muamelat ve fıkıh imamı Ebu Hanife, ‘’ Anlamını bilmeden yapılan ibadet geçerli değildir’’ der!.. Yalan, dürüst olmamak, kamu malını gasp, kul hakkı yemek… Bunlar dinimizde büyük günahlardır. Fakat biz bunlarla değil bakın nelerle uğraşırız. Bir alimimiz yakın zamanda- en önemli meselelerden biri diyerek – erkeklerin başı açık namaz kılmalarından şikayet ediyordu. Başı açık namazların geçersiz olduğunu, tekrar edilmesi gerektiğini anlatıyordu. Bir başkası, sarıkla kılınan namazın sarıksız olarak kılınandan beş defa daha fazla sevap yazdıracağını anlatmaktaydı. Etrafımıza bakalım. Bu türden konuşmalara şahit olmayan var mı? Din din olmaktan çıkmış, bir cin çağırma ayini haline gelmiştir. İtiraz edeceklere saygım sonsuzdur ancak hal-i melalimiz budur. Harputlu bir din adamının sözü kulaklarımda çınlamakta. ‘’ İndirilmiş dinin yerine uydurulmuş dini koydular.’’

   Yalnız dinde değil, iş ve devlet hayatında da temellerinden, değerlerinden kopuk merasimler hakimdir. Her türlü üst vazife yüklenilirken edilen yeminlere bakın. Söyleyen de dinleyen de!! namusları, şerefleri’’ ve bazen de ‘’bütün mukaddesatları’’ üzerine derken, laf olsun diye söylendiğini bilirler. İş hayatındaki birçok mukavelede imzalayana ‘’şuraya, şuraya ve şuraya’’ denir… Genellikle taraflar imzaladıkları metni okumamıştır. Çoğundaki kanaat şudur; Kanuna ve ahlaka uyarak para kazanılmaz.

   Kurallarla değerler arasındaki bağ kopunca kurallar hayatlarına cansız da devam edebiliyor ama unutulan değerler insanlardan uzakta yaşayamıyor.

   Türkiye’de, Müslüman ülkelerde, topluca batı dediğimiz -ve Pasifik havzasını da kapsayan- zengin ülkeler dışındaki dünyanın tamamında olan budur.

   Umuyorum ki Türk dünyası bu uykudan bir an önce uyanacak ve her şeyin olması gerektiği gibi yapılmasını sağlayacak bir mantaliteye kısa zamanda ulaşacaktır.