Sonraki yüzyıllarda Akdeniz’in – hatta dünyanın- sanat ve ticarette parlayan merkezi olacak Kuzey İtalya’da 11. Asır’dan itibaren toplum sermayesi birikiyordu. Neydi bu toplum sermayesi? İkili ilişkilerde güven, saygı, sevgi ve ahlâk. Fertle toplumun ilişkilerinde de yine ahlâk, edep ve dayanışmayı sayabiliriz. Bu sonuncusuna yani dayanışma kültürüne kardeşlik, ahilik de denir ve ‘’biz’’ anlayışını yaratan şey bu duygudur. Millî kimlik denilen duygu bu ‘’biz’’ den doğuyor ve gelişiyor.

   Toplumu yukarıdan aşağıya zapt-u rapta alan, “siz zahmet etmeyin, biz sizi teşkilatlandırırız, oturun oturduğunuz yerde, haddinizi bilin” diyen bir kuvvet yoksa, insanlar kendi göbeklerini kendileri kesmek gereğini hissederler. Güven, saygı, sevgiyle kuşanan fertler; dernekler, loncalar, meslek birlikleri, konfederasyonlar, şehir teşkilatlanmaları ve milis kuvvetleri oluşturuyorlar. Sonra şirketler kuruyorlar. Akdeniz’e, dünyaya hâkim ticaret filoları donatıyorlar. Kimlik duygusuna, hayal edilen topluluklara, bir millete mensubiyet hissine ve millî devlete böyle gidiliyor.

   Güven, saygı, sevgi, edep ve ahlâk gibi hiç de ekonomik veya ticari görünmeyen unsurlardan acaba ekonomik sonuçlar, kalkınma, dev filolar ve dev bir kültür hamlesi olan Rönesans, nasıl doğuyor? İktisatçılar bunu izah etmek için bir türlü oyun teorisini kullanıyorlar. Bu oyun teorilerinin birkaç tane klasik problemi var. Birlikte bakalım ve otokontrolümüzü de yapalım. Kamu mülkü trajedisi ve mahkûmun ikilemi.

   Kamu mülkü trajedisi için bir köyün müşterek olarak kullandığı otlak misali verilir. Otlak küçüktür ve her köylü kendi hayvanını bütün gün otlatmaya kalkarsa, otlağın tahrip olacağı ve seneye hiçbir hayvanın otlayamayacağı bellidir. Fakat kimse tek başına kendi hayvanı için fedakârlıkta bulunmaz. Çünkü hisseder ve bilir ki o fedakârlığı yaparsa yaptığı fedakârlıkla kalacak, diğerleri otları köküne kadar sömürmeye devam edecektir. Otlak yerine balığı tükenen denizleri, kirletilen suları, yeşili yok edilen şehirleri, pisletilen plajları, piknik alanlarını ve kamuya ait malların gasp edilmesini sayabilirsiniz. Kaldırımlara park edilen otomobilleri, ters yönlü sokağa giren araçları da. Bir kişi utanıp, yayanın hayatını tehlikeye atıyorum diye düşünüp kaldırıma park etmekten vazgeçse, bilir ki yaptığı ile kalacak, az sonra utanmaz bir şoför onun bıraktığı kaldırımı işgal edecektir. Kyoto anlaşmasını imzalamayan en büyük kirletici ABD’yi de örnek gösterebiliriz. Otobüse, metroya binerken eğitilmiş asker gibi davranan Japonlarla, itişip kalkışan bizim aslanlarımızı da karşılaştırabilirsiniz. Elin ‘’gâvuru’’ bir çikolatanın kâğıdını saatlerce elinde tutup yere atmazken bizimkilerin keyifle çekirdek çıtlatıp kabukları yere atmasını, ‘’erkek adamlar”ımızın sokağa tükürmesini örnek olarak verebilirsiniz. Sokağı kirleten insanımız, çelişkinin farkında olmaksızın birkaç dakika sonra size ‘’Temizlik imandan gelir’’ diyebilir. Emin olun ki der.

   Mahkûm ikilemi şöyledir: İki kişi hapsedilir. Ayrı hücrelerdedirler. İkisine de şu söylenir. ‘’Öbürünü suçlarsan serbestsin. Ama o önce davranıp seni suçlarsa uzun süre yatarsın.’’ Bellidir ki ikisi de sabaha kadar çenelerini tutarsa ikisi de serbest kalacaktır. Bu oyunda güven, sevgi, saygı ve ahlâkın nasıl denendiği açıktır.

   Oyun teorisinin hâkim olduğu, ‘’açıkgöz’’ zihniyet ve değerlerin- belki de değersizliğin dememiz gerekir- hüküm sürdüğü toplumlar; ortaklık, büyük şirket ve büyük işler kuramazlar. Bu açıkgöz insanlar, açıkgöz çevreleri ile birlikte fakirliğe batmıştır, ‘’kalkınmakta olan sıfatına’’ ilelebet demirlenmiştir. Siyasetten çevre bilincine, iş hayatından trafikteki ve sokaktaki keşmekeşe kadar rezilliğe mahkûmdur. Sonra da kendi ahlâksızlıkları yüzünden düştükleri çukurdan kalkınmış toplumlara bakıp, kendileri saf ve namuslu oldukları için kalkınamadıklarını söyleyip dururlar.

   Yukarıdaki misallerin tamamında tek kişinin o anki menfaati için toplumun çıkarlarını tahrip etmesi vardır. Sonra bu tahribat dönüp tahripçinin kendi geleceğini de karartır.

   Francis Fukuyama’nın GÜVEN adlı eserinde anlattığı gibi tamamı şeytanlardan meydana gelen bir toplumda şeytanların hiçbiri rahat değildir; belki birkaç büyük şeytan hariç. Onların da sonu pek iyi gelmez.

   Nesiller boyu körü körüne biat müessesesinin çalıştığı, zenginliğin iktidara yanaşmakla elde edildiği, sadakatin liyakatten üstün olduğu bir ortamda yaşayan insanlar, siyasi rejimin ve hâkimlerin adı ne olursa olsun beyin kıvrımlarına kazınmış olan davranışları bırakmazlar. Bu davranışlar bu tür toplumlarda artık içselleşmiştir. Bu toplumlarda herkes şikâyetçidir ama hiçbir kimse buna karşı bir pozisyon almazlar.

   Bu içselleşme yalnız kötü davranışlar için değil, iyi davranışlar için de geçerlidir. İşte; iyi davranışlar için olanına biz TAKVA diyoruz. Takva; ahlâk ve vicdan denetiminin insanın içine yerleşmesidir. Amerikan, Avrupalı ve Japon, fiş kesmeden mal satmaz, faturasız malı almaz. Öğrencisi kopya çekmez. Hocası fikir ve bilgi hırsızlığı yapmaz. Bunlar onlarda yerleşmiş iyi geleneklerdir. Onların açıkgözleri kendi ülkelerinde fırsat bulamadıkları için yolsuzluk yapmaya üçüncü dünya ülkesi adını verdikleri yerlere giderler.

   Ancak belirtmeden geçmek istemiyorum ki; Eski sömürgeci Batı Avrupa ülkeleri, Birinci Liberal Emperyalizm döneminin emperyalistleri, eşitlik, adalet, insan hakları, demokrasi gibi değerlere inanırlar, inanmasına. Fakat bunları sadece kendileri için kabul ederler. Dünyanın geri kalanı onlar için belki insandır ama olsa olsa ikinci sınıf insandır. Bu da maalesef onlarda yerleşmiş kötü geleneklerdir.

   İyinin de kötünün de geleneği var. Dünyayı düzeltmek gibi bir hayal peşinden koşmaktansa Kendi dünyamızı iyi geleneklerle bezemek için elimizden geleni yapmak zorundayız.