Toplumlarda seviye düştükçe nefret ve saldırganlık artıyor. Bunu siyasette görüyorsunuz. Sosyal medyada görüyorsunuz. Hele ikisi birleştiğinde, yani sosyal medyadaki siyasette ‘’esfeli safilin’’ in gerçek manasını anlayabiliyorsunuz.

               Muhaliflerine, muarızlarına sıfır-altı kalitede bir üslupla saldırıyorlar. Hadi onlar muhaliftir; fakat aynı düşüncede olanların birbirine olan hitapları bazen muarızlarından daha acımasız ve daha edepsizce olabiliyor. Bunu görünce, bizi biz yapan değerlerden ne kadar uzaklaştığımızı görüyor ve üzülüyoruz.

               Antropoloji ilminin başlangıç yıllarında dünyada ‘’medeniyet’’in henüz uğramadığı kabileler mevcuttu. Bilim adamları geçmişi bu kabilelerle gözlemeye çalışıyorlardı. Galiba artık bu coğrafyalar tükendi. Şimdilerde sosyoloğundan siyaset bilimcisine kadar herkes, geçmişimizi insan öncesinde arıyorlar.

               En basit toplumlarda bile öncelikle bir bölge sahiplenmesi var. ‘’Vatan‘’ın ilk hali gibi. Öyle ya, beslenmek, avlanmak, toplamak için belli bir alan lazım. Her gurubun kendi alanı, yani ‘’racon’’ u belli. Alana tecavüz günler süren savaşlara yol açıyor. İnsan, hemcinsleriyle yoğun işbirliğine de muhtaç. Aksi takdirde hemen hepsi kendinden büyük ve güçlü olan protein kaynaklarının, yani etini yiyeceği hayvanların, ne dirisini ne de ölüsünü ele geçirebilmeleri mümkün olmazdı. Ölüsünü de ele geçiremez, çünkü şu veya bu sebepten kaçamayan veya ölen av’ın üzerinde diğer yırtıcıların da gözü vardır. İnsan bunlarla rekabet etmek zorunda. Mağara kaplanıyla, sırtlan sürüsüyle. İşte burada insanın insanla olan işbirliği ve bu işbirliği için gereken Lisan devreye giriyor; ‘’iki suyun birleştiği yerde yaralı bir mamut var, baltalarınızı kapıp oraya koşun‘’ diyebilecek bir Lisan. İlk insanları inceleyen arkeologlar insanın lisan sahibi olmalarına denk gelen çağlara ait büyük hayvan kemiklerinin üstündeki değişimi gözlediklerinde şu durumla karşılaşıyorlar; En eski karkaslarda önce diş izleri, onların üzerinde balta izleri var. Anlaşılıyor ki etin iyisini diğerleri yemiş. İnsanlara onlardan arta kalanlar düşmüş. Fakat zaman ilerleyince izler yer değiştiriyor. Önce insanını eti sıyırdığını gösteren balta izleri, onların üstünde ise ancak insandan sonra hayvana yaklaşabilen diğer yırtıcıların diş izleri.

               ‘’Adem’in dili‘’ kitabının yazarı olan Bickerton, İnsan dili, dil de insanı yapar diyor. Ama dilin itici gücü de toplum. Ne tarih öncesinde ne de tarih çağlarında, insanın tek başına veya sadece çekirdek ailesi ile uzlette yaşadığı bir dönem yok. İnsan cemiyet, cemiyet insan demek.

               İşbirliği donanımları başlangıcımızdan beri elimizde; başta dil geliyor ama Cemiyet elbette Lisandan ibaret değil. Ancak Lisan ve buna benzer şeyler cemiyetin temelleri, su basmanına kadar inşaatı demek. Bunlar olmadan cemiyeti kuramıyorsunuz. Başka ne lazım? İnsanların kendi toplum birimlerine duydukları sevgi ve bağlılık. Beraber avlanmak, beraber sevinmek ve üzülmek. İlkel insanlardan günümüze yaklaştıkça bu üst katların tuğlasının, sıvasının, ince inşaat ve müştemilatının adı değişecektir. Bunlara tarih, edebiyat, kültür diyeceğiz. Genler kadar, kültürün sosyolojik genlerinin de önemli olduğunu belirtmeliyim.

               Sosyolojik genler, bir kültürün içinde şahıstan şahısa yayılan bir fikir, bir davranış veya bir üsluptur. Bu genler kültürün fikirlerini, sembollerini veya uygulamalarını bir akıldan diğerine yazı, konuşma, hareket, ritüel veya taklit edilebilen içeriğe sahip diğer olaylar vasıtasıyla taşıyan bir rolü yerine getirir. En sonunda ise ‘’ ortak bir yüksek kültür ‘’ oluşacak ve en gelişmiş toplum birimine de ‘’Millet’’ diyeceğiz.

               Anlaşılacağı gibi cemiyeti kurmak kolay değil. Belki bu yüzden, karıncalarla arıları saymazsak bunu bir tek yaratılmışların en şereflisi olan insan başarabilmiş. Birlikte yaşamak, birlikte sevinip üzülmek ve hepsinden önemlisi de bu sevinç ve üzüntüleri birlikte ve nesiller boyu hatırlayabilmek lazım. Tarih lazım, edebiyat, müzik, sanat, bunların eğitimle nesilden nesile nakli, velhasıl kültür lazım. Eskiler bütün bunlara cemiyetin ve o cemiyette gelişmiş insanın ‘’müktesabatı’’, yani biriktirdikleri, tahsil ettikleri demişlerdir. ‘’Tahsil’’, verimli toprağımızdaki mahsulün, yani ekinin biçilip toplanmasıdır. Kendimize mal edilmesidir. Bu mal edişler sonuçta bir sermaye gibi birikiyor. Toplumun sermayesi, yani sosyal sermayesi oluyor.

               Bütün bunlar insanları birbirlerine bağlayan, toplumu bağlayarak kuran kuvvetler. Bağlayıcı güçler. ZOR İŞ…

               Fakat bir araya gelmenin kestirme ve kolay bir yolu var. Nefret!! Öyle ya. Ya birbirimizi çektiğimiz için ya da ötekini ittiğimiz için bir araya geliriz. Sevgiyle olmazsa nefretle. İşte ideolojiler, itiş gücü ile bir araya gelen toplulukların fikir sistemleridir.

               Öteki bulmak kolaydır. Kâfirler, Zındıklar.. Bunlar kim? Komşumuz. Muhalifimiz. Bizden görünüp de bizden olmayanlar. Zaten bizden görünenlerin yüzde doksanı aslında haindir. Belki de yüzde doksanbeşi!! Samimi bizdenler ise zaten tıpkı benim gibi düşünür,  benim sözümden çıkmaz, bana kayıtsız şartsız itaat ederler.

               Bakın ne kadar kolay. Nefret ne sosyolojik gen istiyor, ne de kültür. Birilerini şeytanlaştırmak, sonra da onlara bağırıp çağırmak yetiyor. Edebiyat, tarih… Müşterek sevinçleri, üzüntüleri hatırlamak, tahsil. Bunların tamamı gereksiz şeyler. Nefret edin yeter. En az bir adet de şeytanınız olmalı. Etrafınız şeytanlarla sarılmışsa tadından yenmez! Gizli lobiler, yok edilmesi gereken muhalifler, hain taraftarlar.

               Nefret dolu bir ideoloji sahibinin öyle kılı kırk yarmasına gerek yoktur. Doğruluk ve haklılık her yerinden fışkırır. Okumasına ve düşünmesine de gerek yoktur. Bu doğuştan haklı tipleri rahmetli Mümtaz Turhan Hoca şöyle anlatmıştır. ‘’O inandıklarını hakikat, kırık dökük ve irtibatsız müşahadelerini de, realite sanmaktadır. Onda ne ilim adamının müsamahası ne de hakikat karşısında teslim olmaya hazır olma uysallığı vardır. ‘’

               Bazı sosyologlar da; cahil kibrinin ve âlim çekingenliğinin tarifini şöyle yaptılar; ‘’Niteliksiz ve Bihaber‘’ En çarpıcı örnek ise, bir sınavdan sonra başarısızların başarılı olduklarını tahmin etmeleri. Başarılıların ise endişeyle sonuçları beklemeleri. Bir bakıma bizim Cahil Cesareti dediğimiz şey.

               Kendisinin her konuda haklı, kendi dışındakileri her konuda haksız ve düşman olarak gören bakış, İslamiyet’in ilk dönemlerinde ortaya çıkan ‘’ Hariciliğe ‘’ ne kadar da benzer. Bu benzeyişe şaşmamak gerekir. Çünkü değil yüksek kültüre sahip olmak, orta kültürden bile nasipsiz bir güruhtur bunlar. Hariciler de kendilerinden olmayan bütün Müslümanları kâfir ve dolayısıyla ‘kanı dökülebilecek düşmanlar’ olarak görüyorlardı.

               Düşmanların mallarının da helal olduğunu ve rahatlıkla çalınabileceğini eklemeye gerek yok. Zaten o bir haktır!

               Bugünle karşılaştırabilirsiniz; Tamamlanamamış şehirleşme, yarı cehalet...

Orhan Türkdoğan hoca’nın yoksulluk kültürü. Öyle anlaşılıyor ki yoksulluk kültürü için yoksulluk da şart değildir.