​Çok kıymetli TURAN Gazetesi okurları; Yine uzunca bir aradan sonra sizlerle sohbet ediyor olacağım. Niye bu şekilde ara veriyorum? Doğrusu bu aralıkta kendi kendimle yüzleşme imkanını buluyorum. Entelektüel bir bakış açısıyla analizler yaptığımda toplumumuzun birbirini anlamakta ne kadar zorluk çektiğini, hoşgörü ortamının gittikçe bozulduğunu, birbirimize tahammül edemediğimizi görüp böyle bir ortamda ne konuşabiliriz ki? Nasıl olsa birbirimizi dinlemiyoruz ki… Sohbetlerimiz kısa sürede kavgaya dönüşmekte ve aslında düşüncelerimizin kendimize ait olmadığı ve bizi yönlendiren, hatta söylemek istemediğimiz şeyleri bize söyleten bir gücün olduğunu görmekte ve üzülmekteyim. Zaman zaman sosyal medyayı takip etmekteyim. Birbirine laf üretenleri ibreti alem için izliyorum ve bazılarını da tanıdığım için okuduklarım karşısında hayrete düşüyorum. Yazılan ve söylenen şeylerin; kişilerin gerçek düşünceleri olmadığını anlıyorum. 

​Eğer kendimde yazacak gücü bulabilirsem yazımın başlığında niye bu ifade ile yazdığımı ve bu konuda daha birkaç sohbet yazısı yazacağımı anlatayım. Başlığımın ana fikri bana ait değil aslında. Ama çok beğeniyorum ve bu ifadeyi çokça kullanmak istiyorum. İranlı ünlü sosyolog, düşünür ve yazar; merhum Ali Şeriati Beyefendi’nin sözüdür bu.

​‘’ SİZİ RAHATSIZ ETMEYE GELDİM ‘’

​Evet gerek gazeteye yazılar yazarken, gerekse arkadaşlarımla konuşmalar yaparken söylediğim bazı sözlerin rahatsızlık verdiğini biliyorum. Ama birilerimiz bunları söylemeli ve yapmalı diye düşünüyorum. Tarih sahnesine bakıldığında, tarihin seyrini değiştiren tüm aktörlerin statükolara ve geleneklere başkaldırarak ve bunları söyleyerek tarih sahnesinde yer aldıklarını görüyoruz. Aman ha sakın yanlış anlamayın kendime böyle bir paye biçecek değilim. Haddimi bilen birisiyim. İşte tarih sahnesinde yer alan zatları incelediğimizde bu kişilerin sahneye ilk çıktıklarından itibaren toplumdan dışlandığını, eziyet çektiklerini, geleneksel düşüncelere karşı çıktıkları için yerlerinden ve yurtlarından uzaklaştırıldıklarına şahit olmaktayız. Bu durum Peygamberler için de böyle olmuştur, Alimler ve bilim adamları için de böyledir. Ülkelerini esaretten kurtarıp milletini hürriyete kavuşturanlar için de böyledir. Bu insanlar hem karşıtlarını rahatsız etmişlerdir, hem de kıyama çağırdıkları kendi yandaşlarının rahatını bozmuşlardır. Belirttiğim bu kişilerin ortak özellikleri zulme ve zalime karşı çıkmalarıdır. Ortak düşman bellidir; zalim ve onun zulmü. Yönetim şekillerinin adı önemli değildir. Dünya kurulduğundan beri süregelen iki türlü yönetim şekli var olmuştur. Bunlardan birincisi Peygamberlerin yönetim şekli ki bu yönetim haklı olanın güçlü olduğu yönetim şeklidir. Diğeri ise güçlü’nün haklı olduğu yönetim biçimidir. Gerisi laf-ı güzaftır.

​Bugünkü sohbetimiz genel anlamda zulüm üzerine olacaktır. Söyleyeceklerim bazılarını rahatsız edecekse varsın etsin. Kur’an, açık zulme dikkat çektiği gibi örtülü, maskeli, pasif zulme de dikkat çeker. Bu ikinci tür zulüm, zalime seyirci kalmak şeklinde tezahür eden zulümdür ki zulmün en insafsız şeklidir. Bu tür zulüm, zalime , yaptığı işin normal ve hatta çok iyi olduğu kanaatini verir. Bunun içindir ki Kur’an, pasif zulme giden yolları da tıkamıştır.

​‘’ Zulmedenlere eğilim göstermeyin! Yoksa ateş sizi sarmalar. Allah’tan başka dostlarınız kalmaz, size yardım da edilmez.’’ ( Hud, 113. Bakara, 193. Nisa 105 )

​Zalimlere eğilim veya zulme dolaylı destek maalesef daha çok aydınlar ve servetlerini korumak isteyenler tarafından verilmektedir. Bu iki zümre, itibar görmek ve daha çok kazanmak adına, zalim odaklara ‘susarak, uyarmayarak’ destek verirler. Onlar için her zaman ‘’ Söz gümüşse sükut altındır.’’ Aydınlar susunca, zulüm kökleşir. Onun içindir ki, bir coğrafyada vücut bulan tüm zulümlerde o coğrafyanın aydınlarının tartışmasız ama tartışmasız payları vardır. Aydının uyarı görevi yaptığı toplumlarda zulüm bulunabilir ama egemen olamaz. Zulüm her toplumda olmuştur, olacaktır; ama zulmün egemenliği başka bir kavramdır.

​Kur’an, dinler tarihinde savaşa izin veren belki de tek kutsal kitaptır. Kur’an’ın izin verdiği savaşın meşru bir savaş olması için gerekli şart zulme uğramış olmaktır. Kur’an saldırı savaşına izin vermez. Dini yaymak için de savaşa izin verilmemiştir. Tek gerekçe zulümdür, zulme uğramaktır. Eğer zulüm varsa savaş, bir insanlık borcu haline gelir. Bu insanlık borcundan kaçılmaz. Kaçanlar onursuz olur. Savaşın bir cinayet olmaktan çıkması için savaşanın zulme uğramış ve bu sebeple Yaratıcı’dan izin almış olması gerekir. Bu izin çıktığında, hiçbir ikiyüzlülüğe kaçılmadan, insan onuru için savaşılacaktır. Şimdi çok önemli bir şey söylemek istiyorum; zulme karşı savaşmak için zulmün Müslümana yapılması şartı aranmaz. Bu söylediğimi bu cümle ile bitirdiğimde birilerini rahatsız edeceğimi biliyorum ama sıkı durun bu söz bana ait değil. Sözlerin en güzelini söyleyen yüce Yaratan Kur’an’ın Nisa suresi 75. ayetinde şöyle buyuruyor;

​‘’ Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘ Ey Rabbimiz bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder!’ diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz! ‘’

​Mesele sözlerimin başında söylediğim tespite gelip dayanıyor; Ya güçlü’nün haklı olduğu zulüm yönetimlerinin yanında yer alacağız ya da haklının güçlü olduğu peygamberler yönetimi için mücadele edeceğiz. Birincisinin çok zor olduğunu biliyorum ama Allah’a kul olmanın tek yolunun da zulme karşı mücadele etmek olduğuna inanıyorum. Bütün mesele Allah’a samimi kul olmaktan geçmektedir. Kafirler yani inkarcılar tarihin hiçbir döneminde  dinsiz değillerdi, onlarda bir dine inanıyorlardı ama şirk dinine inanıyorlardı ve zalimlerdi. Zalimler ve onlara yardım edenler aslında Allah’a kulluk etmezler. 

Halbuki İbrahimi dinin ve tevhit dininin en büyük özelliği tek olan Allah’a kulluktur. Ancak bu din, Allah’a teslim olmaya çağırdığı gibi, aynı şekilde ve bu sebeple, O’ndan başka her şeye karşı isyan etmeye de davet eder. Buna karşılık şirk dini de varlığın bu yüce vahyine karşı baş kaldırmaya, İslam davetine ve Allah’a – ki tüm varlıklar ancak O’nunla anlam kazanır ve hayatın tek gayesi de O’dur.- isyana, İslam dinine ve ona teslim olmaya karşı çıkmaya çağırır ve  yüzlerce ilaha, yüzlerce kutba, yüzlerce kudrete kulluk etmeye davet eder. Ki her bir kutbun, her bir kudretin, her bir sınıfın ve her bir gurubun bir ilahı vardır.

Şirk, yani kulluk; Allah’a kulluğa karşı isyan. Ancak buna rağmen şirk, putlara karşı teslimiyet, alçak gönüllülük ve beşeri kulluktur. Bu zulmün ve cehaletin yardımlaşarak ortaya koyduğu ve halkı ona tapmaya ve kulluğa çağırdığı şey. Bu tağuttur. Kainatın o muazzam gücüne karşı tuğyan etmek ve ‘’kendi yonttuğunuz şeylere’’ teslim olmaktır. Bu kendi yonttuğunuz şeyler ne olursa olsun. İster Lat, ister Uzza, ister araba, ister erdem, ister sermaye, ister kan, ister soy veya sınıf olsun; fark etmez, her dönemde bunlar ‘’ Allah’a ‘’ karşı birer tağut olmuştur.

Tevhid dininin özelliklerinden biri, onun inkilabi duruşu ve akışıdır. Şirk dininin de özelliklerinden biri, kitabına uydurmak, bahaneler ve gerekçeler üretmektir.

İnkilabi din, kendisine iman eden ve bu öğreti ile eğitilen kişinin; hayata ve onun maddi, manevi ve sosyal bütün yönlerine karşı eleştirel bir bakış kazanmasını sağlar. Bununla beraber mensubuna, reddettiği ve batıl olarak kabul ettiği şeyi değiştirmek, yıkmak, yok etmek ve hak olarak bildiği ve inandığı öğretiyi onun yerine tesis etmek gibi bir misyon ve sorumluluk yükler. Mevcut duruma dini açıdan meşruiyet kazandırmamak, onu tevil ve teyit etmemek, ona karşı kayıtsız kalmamak, tevhid dininin özelliğidir. Bütün peygamberlerin nasıl zuhur ettiğine bir bakın. Bu tevhidi dinler ortaya ilk çıktıkları dönemde – ki bu dönem, dinin en temiz, en saf, en berrak dönemleridir ve hiç değişmemiş, hiç başkalaşmamıştır.-  ‘’var olan’’a karşı  başkaldırmış, zulme ve çirkefliğe isyan etmiştir. Yani kula kulluğa isyan… Allah’ın bizzat kendisine değil de sünnetullahın tecellisi olan tabiat kanunlarına kulluk etmeye isyan.

Bütün bu dinlere bir bakın, Musa’ya bakın. Hz. Musa üç sembole karşı kıyam ediyor. Dönemin en büyük sermayedarı olan Karun’a, şirk dininin en büyük din alimi olan Belam Baura’ya ve dönemin en büyük siyasi gücünün sembolü olan Firavun’a karşı başkaldırıyor. Yani mevcut duruma, yani zulme isyan ediyor. Bu isyan, sosyal öğretiye ve inanca dayalı, içinde tağuta dayalı kulluğun olmadığı bir toplum inşa etmektir. Öyle bir yapı inşa edilecek ki ayrımcılığı meşrulaştıran, kitabına uyduran tağutları yok edecek ve onun yerine sosyal ve beşeri birliğin ve adaletin nişanesi olan tevhid ikame edilecek

Herkese selam ve saygılarımı iletiyorum. Bu sohbetlere ara vermeden devam edeceğiz İnşaAllah.