Şemsettin Sami (1850-1904), Arnavut asıllı Osmanlı tebası münevveridir. Kılık kıyafeti, babacan tavırları hoş sohbet oluşu ile Osmanlı münevverleri arasında kendisine has bir yeri vardır. Okumayı seven ve okuyanları da merak eden biriydi. Kelimelere aşık biriydi desek yeridir. Yabancı kelimelerin Türkçe karşılığına meraklıydı. İstanbul’da her milletten insan olduğundan yabancıların daha çok bulunduğu tarihi adanın çevresinden hiç ayrılmaz onlardan duyduğu her kelimeyi defterine not ederken manalarını da yazardı. Şemsettin Sami, Taaşşuk-i Talat ve Fitnat romanının da yazarıdır. Türkçe yazdığı eserlerle bilinmesine rağmen hayatının bilinmeyenlerinin de olduğunu söylemek lazımdır. Modern manada ilk Türkçe sözlük olan Kamûs-ı Türkî yazarıdır. Aynı zamanda ilk roman yazarımızdır. Arnavut olmasına rağmen Türkçe’nin Osmanlıyı bir arada tutabileceğine inanmıştır. Türkçeye düşkünlüğü ve yazdığı eserlerle Türkoloji’nin kurucusu olarak kabul edenler vardır.

     Şemsettin Samî, Kadıköy’de bahçeli bir evi var ve bütün Kadıköylüler hem evini hem de kendisini gayet iyi tanımaktaydılar. Nasıl tanımasınlar ki elinde defter ve kalem kendisine has kıyafeti babacan tavırları ile İstanbul’da gezen tek kişidir. Defter ve kalemin elinde ne işi var diyenler olabilir. Şemsettin Sami, elindeki defter ve kalemle sözlüğünü yazmıştır. Hergün Kadıköy vapuruna biner kendisinin mutadı olduğu yere oturur ve elindeki deftere bir şeyler yazmaya başlardı. Mevsimine göre oturduğu yeri vapur yolcuları bilir orayı boş bırakırlardı. Kazara bilmeyen birisi boş yere oturursa bilenler ikaz ederek oraya Şemsettin Bey’in oturacağını söyleyerek kaldırırlardı. Vapur yolcularının birbirlerini tanıdıkları kimin hangi meşrepten tutun da hangi yazarı okuduğuna kadar bilirlerdi. Eminönü’nden Kadıköy’e kadar bazan Şemsettin Sami’nin etrafında oluşan sohbet halkasından bütün bir vapur yolcuları adeta sinema perdesi seyreder gibi pür dikkat konuşulanları dinlerlerdi. Vapurda hemen herkesin ya kitap ya da gazete okuduğu ama asla boş yere çevreyi rasat ederek şimdiki gibi kuşlara yem atmadığı bir zaman dilimi olduğunu söylemekle yetinelim. Şemsettin Sami’nin defteri kış aylarında paltosunun iç cebinde olurdu. Eminönü’nden vapura binmeden evvel defterini cebinden çıkarmış eline aldığı kalemle yabancıların konuştuklarına kulak verip onlardan duyduğu kelimeleri not ederek manalarını öğrenirdi. Koskoca Kamûs-ı Türkî böyle vücuda getirilmişti denilse yeridir. O devirde okuma yazma oranı basılan kitapların baskı adedi gibi istatistiki rakamlar elimizde mevcut değildir. Sadece İstanbul’da yaşanan kültür faaliyeti bütün bir Osmanlı coğrafyasını temsil ediyordu. Bunun dışında çok az sayılabilecek şehirlerde kültür faaliyeti vardı.

     Artan şehir nüfuslarının karşısında insanların birbirine gittikçe yabancılaştıkları bir zamandayız. Şimdilerde İstanbul’da yaşıyorsanız aynı yöne hergün sabah akşam gidip gelseniz bile kimsenin birbirini tanıma imkân ve ihtimali olmaz. Metroda, Tramvayda, Trende ya da vapurda kitap okuyana rastlarsanız bilin o türünün son temsilcisi gibidir. Herkesin elinde telefon olması karşısında birinin elinde kitap ile hemhal olması kitap okuyanın garipsendiği bir durum ortaya çıkarmaktadır. Şemsettin Sami gibilerin de şimdilerde kıymeti olmaz.

     Bütün dünyada aynı durum yaşanıyor mu? dünyayı gezenlerin gördüklerini anlattıklarından sadece bize has bir durum olmadığını savunanlar da vardır. Ülkemize gelen ziyaretçilerin kısm-ı âzamının elinde telefon olduğunu görüyoruz (elinde kitapla gezenler ise rehber kitaplar veya tanıtım matbuatıdır). Okumanın vakti geçti mi? Demekten kendimizi alamıyoruz. Ancak, durumun hiçte düşündüğümüz gibi olmadığını uluslararası kurumların istatistiklerinden kolayca öğrenebiliyoruz. Hangi ülkede yılda ne kadar kitap basılıyor artık bilmek mümkündür. Kişi başına düşen kitap sayısını da bilmek kolay. Hangi kitap ne kadar satıldığını da. Sizi bilmem ama devletin ders kitaplarını parasız olarak öğrencilere dağıtmasını hiç sorguladınız mı? Niçin bedava veriyor? Yanılıyor olabilirim. Ancak, etüd yapılmadan ben yaptım oldu anlayışı bir kez daha yıllardır kaynakların boşa harcanmasına vesile olmuştur. Eğitim-öğretim yılı başında sınıfa giren öğrenci kitaplarını sırasının üzerinde bulacaktır. Eskiden satın alınan kitap büyük bir özenle ciltlenir üzerine etiket yapıştırılarak çantaların içine girer seneye başka birine devredilirdi. Şimdi yardımcı ders kitapları da bedava verilmeye başlanacağını yetkililer açıkladılar. Bedel ödemeden yapılan uygulamanın eğitim prosesleri içinde hangisine göre yapılmaktadır. Eğitim yöneticilerinin politik tercihleri ve eğitim politikalarını kendi tercihlerine göre uygulamaya girişmeleri eğitimi çıkmaza ve seviye düşüklüğüne artarak sürüklediği ortadadır. Yüz yıllık Cumhuriyet tarihimizde 64 Millî Eğitim Bakanı değiştirdik. Eğitim ile ilgili olanlar faaliyetleri ile efsane olan bakanların isimlerini hatırlarlar. Yüz yıllık tarih içerisinde son yirmi yılda ise 8 bakan değiştirdik. Bu kırılması zor bir rekordur! Yirmi yılda yapılanların tadadı isteyen çıkarabilir. Ancak kanayan hu yara tedavi yerine daha da kangrenleştirildiğini benim düşünenlerin sayısı oldukça fazladır. Buna eğitimden sorumlu olanlar da itiraf etmektedirler. Mesaisini milletin bütün fertleri yerine sadece bir kesime odaklanarak bütün millete hizmet ettiğini iddia edenlerin vardığı sonuç budur. Son yirmi sene içinde 8 bakan değiştiren Millî Eğitim Bakanlığı her bakana göre değişen bir eğitim politikası uyguladığını da biliyoruz. Aynı siyasi görüşü paylaşan insanların ayrı eğitim politikası yürütmemeleri dünyanın hangi ülkesinde vardır? Eğitim politikaları uzun vadeli politikalar olup günlük tercihlerle istikamet değiştirilmesi halinde freni patlayan kamyona döneceğinden insaf ehli olanların şüphesi olmaz.

     Bir mukayese yapacak olursak Azerbaycan Cumhuriyeti’nde nüfus 8 milyon civarındadır. İlk baskısı yapılan bir kitap 100 bin baskı adedi ile yapılmaktadır. 80 milyonluk Türkiye’de bu oran en iyimser rakam ile 5000 civarındadır. Kitapları çok satılan bazı yazarlar bundan muaf olmalılar. Defalarca baskısı yapılan kitapların varlığı çok okunduğu anlamına geliyor mu? O da tartışılır. Ancak seviyemizin UNESCO verilerine göre hayli düşük olduğunu belirtmek gerekir. Uçakta, vapurda, trende, otobüste, metroda ve diğer yerlerde elinde kitap gördüğümüz insan için ya gelecek için bir ümittir ya da bizdeki insan türünün son örneğidir desek yanlış mı olur?

     Aslında sorunun nereden kaynaklandığını hemen herkes bilmektedir. Çözümü herkes kendisine göre tarif ettiğinden dolayı bir türlü istenen amaca ulaşılamıyor. Çok nadir okulları hariç tutarak iddia edilebilir ki hiçbir okul kütüphanesine 1940’lı yıllardan sonra kitap alınmamıştır. Alınan kitaplar da bazı kitap sever öğretmen ve hayırseverin gayreti sonucudur. Okul, öğretmen ve öğrencilerle ilgili bir istatistik yapılsa nasıl bir netice alacağımızı tahmin edebilir miyiz? okullardaki kütüphanelere öğretmen ve öğrenciler ne kadar devam etmektedirler? Hangi okulun kütüphanesinde mesleği kütüphanecilik olan memur vardır? Yeni yayınlanan dergi kitap ve gazete bu kütüphanelere girmesi için neler yapmak lazımdır? Öğretmenlerin öğrencilerin kütüphanelerden daha fazla nasıl yararlanabilirler? Okulları denetlemekle görevli olan eğitim yöneticileri kütüphanelere girerek buradaki olumsuzlukları düzeltmek için tedbirlerin alınmasını sağlamışlar mı? Okumayı teşvik edici hayatın bir parçası ekmek gibi su gibi olduğunu anlatmak üzere aileden başlayarak nasıl bir çalışma içine girmeliyiz? Sıralamalarda bizden ilerde olan ülkelerde bizimle mukayese ettiğimiz zaman nasıl bir netice ortaya çıkacağını düşünebiliyor muyuz?

     Hep birlikte bu sorunun üstesinden gelmemiz gerektiğini nasıl anlayacağız?

     Kültür Bakanlığı faaliyetleri arasında kitap basma kütüphanelere kitap dağıtma gibi faaliyetleri acaba bakanlığın öncelik sıraları arasında hangi sıradadır. 1990 lı yıllarda Kültür Bakanlığı kütüphanelerimize çok sayıda eseri basarak kültür hayatımıza kazandırmıştı. Namık Kemal Zeybek’in bakanlığı sırasında basılan bu kitaplar bakanlığın en parlak faaliyetleri arasındadır. Elbette iyi hizmet eden kültür bakanları olmuştur. Eğitim ordumuzun fedakâr askerleri öğretmenlerimize her sene başında verilen adı büyük kendi küçük eğitim ödeneği adı altında ödeme yapılmaktadır. Öğretmenlerimizin meslekleri ile ilgili kitap dergi gibi yayınları öğretmenlik hayatları boyunca ulaşmalarını sağlayacak çareler düşünemez miyiz? Edebiyat veya tarih dergilerini takip etmeyen öğretmen kendisini nasıl yenileyecek? Bilgilerini tazelemeyen öğretmenin eğitime katkısı eksik olmaz mı?  

     Şemsettin Sami’nin yaşadığı devirde yaşamıyoruz. Yanlış telaffuz edeceğimiz kelimeleri ne düzeltecek biri kaldı ne de düzgün konuşmadığımız zaman bizi düzeltecek biri kaldı. Günün 24 saatinde milletin huzurunda tv’lerde bangır bangır konuşanların hatalarını saymak için mutlaka otomatik bir makinanın icat edilmesi gerekir. Okumadan bilgi sahibi olduğunu sananların hataları bütün bir cemiyeti tesir altına almaktadır.

     Şemsettin Sami kısacık (54) ömrüne bir dünya eser bıraktı. Çöküş zamanının bir münevveri olarak kısa ömrüne sığdırdığı eserleri ile hala irfan hayatımızdaki yerini muhafaza etmektedir. Okuyup araştıranların neler yapabildikleri Şemsettin Sami örneğinde açıkça görülmektedir. Ancak o devirlerden nerelere geldiğimizi de bilmemiz gerekir. Defter, kalem ve kitap hayatımız girse neler değişir? Kimseden yeniden Türkçe sözlük yazmasını beklemiyoruz. Ancak, defter, kalem ve kitap konusunda mukayesede hayli gerilerde olduğumuzu ser ta pa herkes biliyor. Böylece kalsın mı?

     Ya da dünyada Eğitimde kalite sıralamasında 101. Sıra için çok kötü bunu kabul edemeyiz diyerek herkesi ayağa kaldıralım mı? Ya da 101. sıra fena değil nasılsa dünyada 200 civarında ülke var ortalardayız diyerek sevinelim mi? Karar hepimizindir.