Bir önceki yazımda; sonraki buluşmamızda devletin güç ölçüleri ile ilgili görüşlerimi yazacağımı belirtmiştim. Şimdi o sözümü tutarak bu yöndeki görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

               Devletin güç ölçülerinin başında dolaylı ve dolaysız vergiler gelir. Ülkemiz özelinde baktığımızda ülkemiz ekonomisinde kayıtlı kısım ile kayıtsızın neredeyse yarı yarıya olduğunu görmekteyiz. Güçlü devlet, müterakki denilen usulle, çok kazanandan daha çok, az kazanandan daha az vergi alır. Kurumlar vergisi ve en önemlisi şahıslara ait gelir vergisi müterakkidir. Müterakkiden kasıt, vergi oranının kazanç arttıkça artmasıdır. Mesela gelir vergisi, düşük kazançlar için %10-15’ten başlar. Hatta çok düşük gelirler bu vergiden tamamen muaf olabilir. Kazanç miktarı arttıkça oran %40’a, 50, hatta 60’a tırmanır. Vergi kanunlarını tam uygulamayan ülkelerde devletin toplayabildiği vergiler arasında gelir vergisinin oranı çok küçüktür. Şahıslardan değil de şirketlerden toplanan gelir vergisi demek olan kurumlar vergisi için de aynı şeyler geçerlidir. Çünkü gelir kurumlar vergisini toplayabilmek için gerçek veya tüzel şahısların gelirlerini doğru beyan etmelerinin sağlanması, sonra da beyan edilen vergilerin devletçe tahsil edilmesi gerekir. Bu da saat gibi çalışan bir devlet mekanizması demektir.

               Güçsüz devlet vergi gelirinin çoğunu KDV gibi, damga, resim vergileri gibi dolaylı vergiler yoluyla toplar. Türkiye’de elektrikten, yakıttan alınan bu tür vergiler vergi gelirlerinin en büyük kısmıdır. Bunlar aslında vergiden çok bu ürünlere devletin yaptığı bir tür zamdır. Bu yüzden Türk müteşebbisi, esnafı, sanayicisi, yaşam standartları göz önüne alındığında, dünyanın en pahalı elektriğini, en pahalı benzinini ve gazını kullanır. Bu tip vergiler çok kazanandan çok, az kazanandan az alınmaz. Üretimin ve refahın tamamına asılmış safra gibi bir yüktür.

               Vergi koyup toplayabilmek, güçlü bir devletin göstergesidir. Sahra altı Afrika’sında, Uganda gibi ülkelerde toplanan vergiler gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYH’nin) %10’undan azdır. Böyle ülkeler vergi kanunu çıkartamadıklarından değil, devletin, devlet bürokrasisinin kanunu uygulamaya gücü yetmediği için bu haldedir.

               OECD istatistiklerinde Türkiye’nin, 2015 yılında GSYH’nın %30,0’ı kadar vergi topladığı görülüyor. Aynı yıl OECD ortalaması %35 dir. Bu rakamlara bakılarak Türkiye’nin vergi tahsilatında başarılı olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak 2014 yılı gelir vergisine, yani şahısların kazançlarından ödedikleri vergiye baktığımızda Türkiye’de bunun GSYH’nın %4,23’ü, OECD ortalamasında ise %8,42 olduğunu, yani bu doğrudan verginin Türkiye’de yaklaşık olarak OECD’nin yarısı kadar tahsil edilebildiğini görüyoruz. Bu vergi gurubunda 36 ülke arasında sondan 6. sıradayız ve bizim altımızda ise Meksika, Şili gibi ülkeler var. Bu arada ülkemizde ücretlerden doğrudan doğruya vergi kesildiğini, dolayısıyla eğer doğru beyan ediliyorsa, ücretlilerden ayrıca bir vergi toplamaya gerek bulunmadığını hatırlayalım.

               Devletin diğer bir güç ölçüsü; insan sermayesi ve bu sermayeyi yetiştiren kurumlar olan Üniversitelerdir. Peki burda ne durumdayız? İşimiz kolay mı? Devlet kurumlarının kalitesini yükseltmenin en önemli ayağı, bu kurumlarda birinci sınıf kadrolar oluşturmaktan geçer. Nasıl? Hepsine en zeki ve en parlak insanlarımızı getirerek. Birinci sınıf kadrolar oluşturarak. Yani liyakatli kişileri bulup kurumların dümenine oturtarak. Bu insanlar yüklendikleri işler hakkında gereken becerileri neredn edinmiştir? Tabi ki mükemmel insan yetiştiren eğitim sisteminden. Gerçekten bütün kurumların kalitesinin veya kalitesizliğinin sebebi öncelikle eğitim kurumlarıdır. Eğitim kurumlarının kalitesini de anaokulundan yukarıya doğru bütün eğiticileri eğiten veya onları eğitenleri eğiten üniversiteler belirler.

               Her yıl üniversitelerimizi dünyadaki diğer üniversitelerle karşılaştıran ölçümler, puanlamalar medyada haber olur. İlk yüze giremeyiz. İlk beş yüze, ilk bine giren birkaç üniversite var diye sevinir, yok diye yeriniriz. Orta ve ilköğretimimizin durumu da pek iç açıcı değil.

               Üniversite örneği üzerinden devam edecek olursak; o çok kıskandığımız üniversiteler listesinin tepelerinde devamlı yer tutan bazı isimleri ezberlemişizdir. Amerika’da Harvard ve Yale gibi.. İngiltere’de Oxford ve Cambridge gibi. Bunların ortak noktaları eski oluşlarıdır. Oxford 12., hatta 11. asra kadar gidiyor. Cambridge 13. asra kadar… ABD çok daha genç bir ülke, fakat Harvard o kadar da yeni değil. Kuruluşu 1636. Yale daha genç, dört yıl sonra, 1640’da başlamış. 1701‘de kuruluş şu görev (misyon) ifadesiyle resmiyete dökülmüş; ‘’ ki burada Gençlik Sanatlar ve İlimlerde ders görsün ve Kadiri mutlak Tanrı’nın kutsamasıyla hem kilise hem de sivil Devlette kamu hizmetine uygun yetişsinler.’’ Bizim tarihimizde bugüne kadar devam etmiş yüksek okul ararsak Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (1773) ve Berri-i Hümayun’a gidebiliyoruz. (1795). İstanbul Teknik Üniversitesi’ni bunların devamı sayabiliriz ve şüphe yok ki, ‘’bizim adamlarımızı tayin etmez isek’’ bu üniversitemiz hala nadir mükemmellik merkezlerimizden biridir. 11. asrın Nizamiye medreseleri veya Uluğ bey Medresesi (1420) gibi araştırma ve eğitim kurumlarını da hatırlayabiliriz ama o zaman ‘’ bugüne kadar devam etmiş’’ kısıtından vazgeçmemiz gerekiyor.

               Demek ki kurumların gücünün arkasındaki unsurlardan biri o kurumların eskiliği. Ancak mesele bir yaş veya tarih rakamından ibaret değil. Muhakkak ki dünyada yukarıda saydıklarımdan daha eski, fakat adını bile hatırlayamadığımız, sönüp gitmiş veya varlığı ile yokluğu arasında fark olmadan devam eden yükseköğrenim kurumları vardır. Ama bunlar hatırlananların başarısını gösterememiş. Niçin?

               Bu sorunun cevabı ülkü ve ülkünün gelenek haline gelmesidir. Ülkü kelimesi yerine batıda ‘’vizyon’’ kullanılıyor. Nevzat Kösoğlu bey devlet kurumunun bütününün başarısındaki heyecan ve ülkü için ‘’iman’’ kelimesini kullanıyor. Bu da tam değilse bile, bazı yönleriyle, İbn-i Haldun’un ‘’asabiyesi’’dir. Kuruluştaki heyecandır, Ünlü İtalyan iktisatçı Wilfredo Pareto’nun ‘’aslanlar’’ının ruh halidir.

               Pareto, Makyavel’in aslanlar- tilkiler tiplemelerini kullanarak ‘’seçkinlerin deveranı’’ adını verdiği bir teori geliştirmiştir. Aslanlar ülkü ve kişilik sahibidir; kuruluşun vizyonuna şevkle inanan, güçlü karakterlerdir. Hedefe kilitlendikleri için sosyal ilişkilerde mükemmel olmayabilirler ama dürüsttürler. Devletlerin ve kurumların zahmetli ve tehlikeli kuruluş dönemlerinde ortama hakim olanlar bu aslanlardır. Ne yapar yapar, yaparken bazan ortalığı dağıtır, yakıp yıkar, fakat hayallerindeki kurumu kurarlar.

               Kurum veya devlet başarıyla kurulup, çocukluk hastalıklarını savuşturduktan sonra ortalık rahatlar. Asabiyye, iman, ülkü, vizyon; adına her ne derseniz… gevşer. İşte bu gevşeklik içinde aslanlar ortadan kaybolur. Onların yerine tilkiler kuruma-devlete hâkim olur. Tilkiler değerleri, ülküy, vizyonu pek umursamaz; fakat kulis ve dedikoduda mahirdirler. Taraftarlarını kendilerine mecbur kılarlar, muhaliflerin engellerken kurumun kurucu aslanlarının prestijinin ve mirasının keyfini sürerler. Artık vizyonun, ülkünün bahsi kapanmıştır. Kurum odağını kaybetmiştir. Niçin kurulduğunu unutmuştur. Kurumun vizyonu da ülküsü de içerdeki terfiler, tayinler, kurumun resmi gücü kullanılarak elde edilecek rüşvetler, menfaatler, en azından kurumdaki mevkilerin, unvanların sağladığı prestijden ibarettir.