Toplumda, birlikte huzur ve güven içerisinde yaşamanın en önemli şartlarından biri, hatta en önemlisi ehliyet ve liyakat sahibi insanların, hak ettikleri işleri üstlenmiş ve yüklenmiş olmalarıdır.

   Ehliyet, bir işin gerektirdiği bilgi ve yeteneğe sahip olmayı gerektirir, ustalık ve yeterlilik anlamlarını içerir. Liyakat; bunun üstünde, doğruluğu, dürüstlüğü, adaleti ön plana alan, verilen işi emanet kabul eden, bu emaneti titizlikle koruyan bir anlayışa sahip olmayı kapsar.

   Liyakatte, işin gerektirdiği bilgi, beceri ve nitelikler tek tercih sebebidir. Liyakat, siyasî yakınlığı, dost-akraba-arkadaş kayırmacılığını reddeder.

   Günlük hayatta, işlerimizi yaptırırken, işin ustasını, ehli arayışımız nasıl ilk tercihimiz ise, bizim adımıza devlet yönetiminde görev alacak insanların da ‘’liyakatli olmasını istemek’’ en doğal hakkımız olmalıdır.

   Devleti yönetenlerin de sorumluluğu, yönetimde ‘’liyakat’’i esas alan, liyakatli insanı tercih eden uygulamalardan ayrılmamasıdır.

   Tarih boyunca, ‘’ideal devlet yönetimi’’ konusunda düşünen insanlar; sağlam, sağlıklı, adil ve güçlü bir devlet yönetiminin en önemli unsurlarından birinin liyakat sistemine göre hareket edilmesine bağlı olduğunu bildirmişlerdir.

   Büyük Türk düşünürü Farabî’ye göre; ‘’Bir toplumda liyakati olmayanlara, birileri tarafından belirli bir paye veriliyorsa, o toplumun zihin sağlığı da kaybolmaya başlamıştır. Bu durumda niteliksiz ve ehil olmayanlara verilen unvanlar ve görevler toplumu kaosa sürükler.’’

   Ülkede bugün yaşanan ekonomik ve sosyal sıkıntıların, bilim ve teknolojideki geri kalmışlığın ve bunların sebep olduğu daha büyük bunalımların kaynağını, kamudaki liyakatsiz atama ve görevlendirmelerin teşkil ettiği unutulmamalıdır.

   Liyakat; sadece kamuda işe girişlerde, bireyin bu iş için yeterli, eğitimli, donanımlı olması demek değildir. Aynı zamanda devlet bürokrasisinin her kademesinde, başta siyasî yöneticiler olmak üzere, hem liyakat esaslarını, hem de devletin geleceğini ve bekasını önceleyen bir şuuru ifade ettiği akıldan çıkarılmamalıdır.

   Artık, ‘’benim partilim, benim hemşehrim, benim yakınım, benim adamım, ben cemaatim, benim tarikatım…’’ gibi bünyeye zarar veren bu hastalıklı ruh halinin terk edilmesinin zamanı gelmiştir ve geçmektedir.

   Hakkı olmadığı halde, hak etmedikleri mevkî, makam ve görevlere kayırmacılıkla getirilen kimselerin ve bu görevlendirmelerin bir başka zararı da, aynı ortamda çalışan diğer insanlar üzerinde meydana getirdiği moral bozukluğu ve değerlerinden ümidini kesme tehlikesidir.

   Son zamanlarda, basına intikal eden ve birçok tartışmaya neden olan bazı atamalar, liyakatsizliğin ulaştığı noktayı göstermesi bakımından ibret vericidir. TÜBİTAK gibi bilimsel araştırmalarda, Türkiye’nin göz bebeği kurumunda Müdür Yardımcılığına, Hayvanat Bahçesi Müdürünün getirilmesi, yabancı dil bilmeyen insanların yurt dışında Türkiye’yi temsil görevlerine atanması, illerde hak etmediğini gözlemlediğimiz çoğu görevlendirmeler, konunu ehemmiyetinin ortaya koymaktadır.

   Toplumumuzu içten içe kemiren, enerjimizi yok eden en büyük sorunlardan biri de, 1876 Kanun-i Esasî’den 657 Sayılı Devlet Memurları kanununa ve bağlı yönetmeliklere kadar tüm düzenlemelerde yer verildiği halde, özellikle kamudaki görevlendirmelerde ‘’işin layığı ve ehli olmak’’ ilkesinin dikkate alınmamasıdır.

   Birçok konuda olduğu gibi; süslü, gösterişli, aldatıcı, göz kamaştırıcı söz ve davranışların; doğrunun, özün, esasın, hakikatin yerini aldığı, daha fazla itibar gördüğü bir dönemi yaşıyoruz.

   Milletin geleceği ile ilgili konularda fikir beyan etmenin, yazmanın-çizmenin çok da itibar görmediği ve yaşananlardan ders çıkarılmadığı günlerden geçiyoruz.

   Gerek sosyal, gerekse kamusal alanda taşların yerli yerine oturması ve işin ehline teslim edilmesi hususunda, bir ‘’zihniyet inkılâbına’’, haksızlıklar karşısında ‘’dur’’ diyebilecek bir değişime ve dönüşüme acilen ihtiyaç bulunmaktadır.