Demokrasi kelimesi ile demagoji kelimesinin aynı kökten geldiğini öğrendiğimden beri siyaset sahnesinde gördüklerim beni artık hiçbir şekilde şaşırtmıyor. Bebek katili terörist bile ‘’eskiden sosyalisttim ama şimdi demokratım’’ demişti. Ayrıca demokratik ülkelere, özellikle ‘’demokratik cumhuriyet’’ sıfatını taşıyan ülkelere bakınca ne dediğim daha iyi anlaşılacaktır.

               Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, yani Kuzey Kore. Bu demokrasinin başında, hayatında bir kez golf oynayan ve o oyunda topu her deliğe bir tek atışta sokan, bestelediği mükemmel operayla, dünya opera tarihini sona erdiren Kim İl Sung vardı. O ölünce, bu olağanüstü genler kaybolmasın diye herhalde, oğlunu, yine demokratik usullerle!!!, başa geçirdiler. Sonra Demokratik Kongo Cumhuriyeti... Bir zamanların Erich Honecker’inin Demokratik Alman Cumhuriyeti- diğer adıyla Doğu Almanya.

               Demokrasisi eksik bir ülkeye demokrasinin nasıl getirileceğini de ABD’nin Irak işgalinden öğrendik. Bir buçuk milyon kişinin ölümü, tecavüzler, hırsızlık ve ülkenin bölünmesi.

               Bush bu başarıdan, 2006’da, Moskova’daki G8 zirvesinde yaptığı konuşmada, Rusya’ya ‘’daha demokratik olması’’ gereğini tavsiye ederken söz etmiş, ‘’bakın Irak’a nasıl demokrasi geldi’’ demişti. Putin, cevabi konuşmasında, demokrasinin faziletini vurgulamış, Rusya’da da demokrasiyi geliştirmek istediklerini söylemiş, ‘’ama Irak’taki gibi değil’’ deyince bütün salon kahkahadan kırılmıştı.

               Aslında bu söylediklerimde yadırganacak bir şey yok. Sizin de bütün topları tek vuruşta deliğe sokan ve mükemmel beste yapan bir lideriniz olsa onu her seçimde yüzde 100 oyla seçmez misiniz? Mesela sayın Evren’in yağlı boya resimlerinin her biri dünya resim piyasasında her seferinde zirvede satılsa belki biz de onu yüzde 100 oyla başımızdan eksik etmezdik.

               Bütün bu bilgileri alt alta koyunca PKK’nın demokrasi taraftarı olmasına o kadar da hayret etmemek gerekir.

               Devletleri diğer organizasyonlardan ayıran en önemli özellik, güç kullanımını, başka bir deyişle şiddeti tekellerine almalarıdır. Kanun hakimiyetini korumanın başka bir yolu yoktur. Dünya’nın en demokratik ülkelerinden biri olarak sayılabilecek ABD’de, hapisteki nüfusun toplam nüfusa oranı yüzde birin üstündedir ve ABD, bu konuda da dünya lideridir.

               İşte terör örgütleri devletin bu şiddet tekelini kırmaya yönelirler. İster mafya ister Afganistan’daki gibi muharip aşiretler, isterse bizdeki PKK olsun.

               Organize bir grubun devlete karşı silahlı mücadeleye girişmesi de fakto, devlet içinde devlet demektir ve aklı başında hiçbir devlet buna izin veremez. Organize terörün ilk hedefi, halkın desteğini kazanmak, bu yolla hiç olmazsa belli bir kurumda, belli bir bölgede daha rahat hareket etme imkanına kavuşmaktır.

               Teoriye göre isyancıların kendi devletlerini kurmaları üç aşamasa gerçekleşir. Stratejik savunma, stratejik denge ve stratejik saldırı. Stratejik dengeye gelebilmek için, kurum veya bölgedeki muhaliflerin susturulması ve yok edilmesi gerektir. İşte Apo’ya ‘’bebek katili’’ dedirten katliamlar bu sindirme ve yok etme hareketi sırasında meydana gelmiştir.

               Yukarıda ‘’belli bir kurumda veya bölgede’’ demiştim. Bölge açık da, kurum ne oluyor diyebilirsiniz. Türkiye, kurumlara terör yoluyla hakimiyet teşebbüsünü 1970’lerde yaşadı. Şimdi eski tüfekler tarafından romantik devrimci gençler diye takdim edilenler, aslında şehir gerillasının stratejik savunma ve bir üniversiteye hâkim olarak stratejik denge hareketleriydi. Apo da bu devrimci gençlerden biriydi. İhtilalci örgütlerin bir okulda ilk yaptıkları, muhalifleri döverek, olmazsa vurarak, ibret olsun diye birkaçını öldürerek sindirmekti. Bu aşama başarılı olursa, bir sonraki adımda bu okulun bütün öğrencilerinin ‘’sosyalizm isterük’’ diye sokağa fırladığını görürdünüz.

               Bunlar demokratik hareketler miydi? O öğrenciler kendi iradeleriyle mi eyleme katılıyordu? Allah rızası için o günleri öğrenci olarak yaşayanlar bir hatırlasın. ‘’Demokratik forumlar’’ gırla giderdi. Ama hele bir kişi çıkıp da muhalif bir konuşma yapsın. O okuldaki geleceği, daha da direnirse hayatı sönerdi.

               Bu aşama başarıyla tamamlandığında, okul süt liman olurdu. İhtilal, pardon devrim hareketinin merkezlerinden olan ODTÜ’de ve Siyasal Bilgiler Fakültesinde ‘’bu yıl olay çıkmadı’’ jargonu, ihtilalci propagandanın başarı ifadeleriydi. Devletin şiddet tekeli yerine kendi şiddet tekelini kurmuşsanız, olay elbette çıkmaz artık. Bu terörün hâkim olduğunun işaretidir, barışın değil. Bu şiddeti yukarıda söz konusu olan üniversitelerin birinde bizzat yaşamış bir insan olarak söylüyorum. Ancak şunu da belirtmek isterim ki bu olaylar sağ ve sol diye ifade edilen oluşumların bireylerinin istedikleri şeyler değildi. Bu olaylar hâkim güçlerin bizim gibi üçüncü dünya ülkeleri diye adlandırılan ülkelerde uygulanan bir senaryo idi. Aynı senaryolar bugün de farklı şekillerde devam etmektedir.

               Teröre dayanan mahalli hakimiyetlerin bir başka sonucu daha vardır. Eğer siz insanları bir kere, beş kere, on kere, yaşasın Mao diye bağırtarak yürütürseniz, psikolojik teorisine girmeyelim, on birincisinde o, kendi kendine, yaşasın Mao diye bağırıp yürür. Çok kullandığımız ve fakat ne idüğünü bilmediğimiz beyin yıkamanın aslı budur.

               Kim tahmin ederdi ki okul hakimiyetleri daha sonraki on yılların bölge hakimiyetlerinin küçük birer modelidir.

               Güneydoğumuzda kapanan kepenkleri, polisi taşlayan çocukları, Kandil’den gelenleri karşılayan kalabalıkları demokrasi tezahürleri olarak mı görüyorsunuz? Bu stratejik dengenin teşekkül ettiğinin resmidir. Oradaki demokrasi olsa olsa Kim İl Sung demokrasisi olur.

               Devlet ve hukuk, terör karşısında hiçbir zaman açmaza düşmemelidir. İster 1970’lerde ODTÜ’de öğrenci olun, ister 2000’li yıllarda Diyarbakır’da esnaf. Önünüzde iki yol vardır. Ya devletin çizgilerine uyarsınız yahut terör örgütünün. Ne kadar iyi niyetli, ne kadar devletinize bağlı olsanız da eğer devletin otoritesine uymamak bir kayba sebep olmuyor, buna karşılık örgüt otoritesini çiğnemek dayağa, malınızın tahribine ve ölüme götürüyorsa, örgüte itaat edersiniz; devlete değil. Hele devlet dediğiniz mekanizma her an teröristlerle anlaşabilir izlenimi veriyor, ‘’aman analar ağlamasın’’, barış istemiyor musunuz’’, ‘’açılım-saçılım’’ deyip duruyorsa.

               Bu açmazı kırmanın tek yolu, halkı sürekli koruyabilmek, teröristi de kanun sınırını en küçük zorlamasında durdurabilmek, cezalandırabilmektir. Sürekli olarak, istisnasız… Bunun için yeni güvenlik tedbirleri hatta teşkilatları, yeni kanunlar, yeni istihbarat metotları gerekebilir. Tek tek hırsızı veya kapkaççıyı yakalamak için kurulmuş polis ve düşman ordusunu yenmek için teşkilatlanmış ordu terörün üstesinden gelemez.

               Halkı korumak stratejinin ruhudur. Zaten devletin de birinci görevi budur. Halkı teröriste karşı koruyamadığınız takdirde, devlet mi, terörist mi? İkileminin galibi her zaman terörist olacaktır. Halkı koruyabilmek ve teröristi, en küçük kanun çiğnemesinde hukuk içinde cezalandırabilmek. Bu da yetmez. Tutumunuzun tam da bu olduğunu, halka da teröriste de açıkça bildirmek ve bıkmadan tekrarlamak. Aslında devlet olan devletten sadece terör konusunda değil her konuda beklenen budur. Bu anlamda baktığınızda kamu malını milletin aleyhinde kullanan da terörist olarak sayılmalıdır.

               Yumuşak mı hareket edelim, sert mi hareket edelim? Sorusu doğru soru değildir. Bu belki de en sorulmayacak sorudur. Buna ne cevap verirseniz verin, cevabınız yanlıştır. Doğru soru şudur; ‘’kanun hakimiyetini sağlayabiliyor muyum?’’. Cevabınız hayır ise, kaybettiniz demektir. Çünkü il, yani devlet; töre, yani kanun demektir. İsterseniz, ‘’Adalet, mülkün temelidir’’ diyebilirsiniz. İster bugünkü Türkçe ile; Devlet, kanun hakimiyetidir dersiniz.

               Cumhuriyet, hürriyet, eşitlik, demokrasi… Bunların güzel şeyler olduğundan şüphemiz olmadığı gibi eminiz de. Ama ne oldukları konusunda kafamız biraz karışık. Bazıları Cumhuriyet ile demokrasinin aynı olduğunu zannediyor. Biri olmadan diğerinin de olamayacağı düşüncesinde. Ama işin aslı tam olarak öyle değil. Mesela İngiltere gibi bazı tahtlar var ki, en eski ve en gelişmiş demokrasiler onlar. Buna karşılık öyle Cumhuriyetler var ki, onlarda demokrasi yasak!...

               Buna karşılık hürriyet ve eşitlik olmadan demokrasinin olamayacağından kimsenin tereddüdü yoktur diye biliyorum. Kimin hürriyeti ve kimin eşitliği? Bu soru bir kafa karışıklığını daha ortaya çıkarıyor. Demokrasi için şart olan hürriyet ve eşitlik insanlar içindir. Aşiretlerin ve cemaatlerin hürriyeti ve eşitliği değildir.

               Allah’a emanet olunuz.