Cevabı hep kendi dışımızda aradık. Biz hep iyi idik, ahlâklı ve vatansever idik, ama dış güçler yok mu? İşte o dış güçler bizim ilerleyişimizi durdurdular.

               Kazanlı Fatih Kerimî, İstanbul’da Mülkiye okudu, Balkan Harbi’nde harp muhabirliği yaptı. 1910’larda şöyle yazıyordu:

               Bugünkü günde ticaret, sanat, iktisat cihetlerince Türkler Türkiye’deki Hristiyan milletlerin hepsinden daha geridedir. Türkiye’nin ticaret, sanat ve iktisat işlerinin tamamının Hristiyanların ve yabancıların elinde olduğu söylenebilir.

               Balkan Harbi daha bitmeden neden mağlup olunduğuna ilişkin bir seri kitap yayınlamaya başlayan tanınmış yayıncı Tüccar zade İbrahim Hilmi de insan sermayemiz konusunda benzer değerlendirmeler yapar.

               Bilcümle müessesât-ı nâfia hemen hemen ecanibin, Hristiyanlarındır. Bankalar, sigortalar, vapurlar şirketleri, teavün (yardımlaşma) cemiyetleri vs. Hristiyanlardadır. Sanayi ve ticaret ehl-i İslam’a mahsus değilmiş gibi bir hale girdi. Ekmeğimize varıncaya kadar Hristiyanlar yapıyor. En âdi sanayi bile Hristiyanlar elindedir. Biz Müslümanlar bu hususta hiç çalışmıyoruz. Bütün giydiğimiz eşya Avrupa’dan geliyor. Avrupa’nın emtiası olmasa muamelat-ı ticariye büsbütün duracağı gibi, çıplak dahi kalmak mümkündür.

               …Kunduracılık, terzilik, marangozluk gibi en kolay sanatlar bile onlar yedindedir. Evdeki sobamız kurulmak lazım gelse bir Hristiyan çağırmaya mecburuz, kapımızın kilidi bozulsa yine bir Hristiyan çilingir getirteceğiz, duvarımız yıkılsa, evimizin badanası kararsa yine bir Hristiyan çağıracağız. Camilerimizin türbelerimizin tamiri bile Hristiyanlara muhtaç. Makinelerimiz, vesairenin işletilmesi, büyük sanatların kâffesi (tümü-hepsi) Hristiyanlara aittir. Bir pulluk bozulsa, bir araba tekerleği gevşese Hristiyan çağırmaya koşarız. Dini ve milli matbaa-i hurufatımızın icadı bile bir Ermeni sanatkârının eser-i lütuf ve maharetidir.

               …İzmir bütün Yunan tacirleriyle doludur. İngiliz, Fransız tacirleri de az değildir fakat Müslümanlar sayılabilecek kadar azdır. Yortu günlerinde, bilhassa Paskalya’da ekserimiz ekmeksiz, yemeksiz kalmamız ne büyük bir şeyndir. (Kusur-ayıp-kabahat)

               Buna benzer bir olayı ben şahsen, bizzat rahmetli Amcamdan işitmiştim.

               Askeri zafer ve hezimetlerin, bilhassa Birinci Balkan harbi gibi akıllara sığmayacak bir hezimetin arkasında bütün bir devlet teşkilatının ve onun kökünde de ekonomisinden hayat felsefesine kadar toplumun tamamının bulunduğunu unutmamalıyız. Bu nedenle; ‘’niçin’’ sorusunun cevabını bulmalı ve aynı sebeplerden kaynaklı felaketli sonuçlardan geleceği korumak adına bunu yapmalıyız. Açıkça belirtmeliyim ki bu fırsat 1980’li yılların öncesinde elimize geçmişti. O jenerasyonun bir ferdi olarak şunu söylemeliyim; o dönemin gençliği, işçisi ve toplumun büyük bir çoğunluğu cevabı bulmuştu. Ancak 12 Eylül askeri darbesi, cevabı bulanların üzerinden bir buldozer gibi geçti. İnsan sermayemizin önemli bir bölümü kaybedildi ve cevap aramanın suç olduğu bir dönem yaşanmaya başladı ve bu dönem halen devam etmektedir.

               17.asırda; Batı Avrupa ve Osmanlı’nın ekonomilerinin yörüngeleri birbirinden ayrılmaya başlamıştır. Bu ayrılma ile birlikte ara açılmaya başlıyor, 18 ve izleyen asırlarda ise hızlanıyor bir yol Orta Doğu ve Osmanlı’nın çöküşüne diğer yol Batı’nın nerdeyse tamamına hakimiyetine kadar gidiyor. Aslında; 17. hatta 18. asrın ortalarına kadar yollar net olarak ayrılmış değil. Bu durumu Duke Üniversitesi ekonomi hocası Prof. Dr. Timur Kuran şu şekilde özetliyor:

               ‘’On yedinci asır Kayseri mahkeme kayıtları aynı derecede açıklayıcıdır. O zamanda şehir nüfusunun yüzde 78’i Müslüman’dı. İslam mahkemelerinde bakılan borç davalarında borç verenlerin yüzde 82’si Müslümanlardır. Bu, şehrin başarılı finansçılarının Müslümanlar olduğunun delilidir. Bir asır sonra Müslüman tüccarlar Basra’nın ticari hayatında orantısız bir ağırlıkta rol sahibidir. Aynı yıllarda Kızıl Deniz’de ticari faaliyet Osmanlı Müslümanları’nın, bilhassa Mısırlıların elindedir; Karadeniz ticareti birinci derecede Müslüman Türklerce yürütülmektedir ve dört büyük Akdeniz limanında, Cezayir, İskenderiye, İstanbul ve Hanya’da Türkler, kervan gemilerinin önde gelen kiracılarıdır. 1779-1881 arasında İstanbul’da Müslüman nüfus yüzde 58 civarındayken gemilere mal yükleyen Osmanlı vatandaşlarının yüzde 64’ü Müslümanlardır.’’

               Şimdi sorumuzu daha da açık sorabiliriz: 17 ve 18. asırdaki bu dengeli halden, 20. asırdaki çöküşe niçin geldik?

               Batı Avrupa ile Orta Doğu arasında mesela 15, mesela 16. asırda bazı farklar var ama bunlar devasa farklılıklar değil. Batı Avrupa’da miras, bırakanın arzusuna göre dağıtılabiliyor. Mirasın ailedeki büyük oğula kalması gibi bir seçenek dahi söz konusu. Bu şartlarda tüccar Avrupalı baba, servetini, ticaretini en iyi yürüteceğini düşündüğü oğluna bırakabiliyor. Bizde ise mirasın nasıl paylaştırılacağı belli. Vasiyetnamenin rolü sınırlı. Müslümanlığın getirdiği şartla ailedeki kadınlar da mirasta pay sahibi. Aslolan adalet. Servetin parçalanmaması o kadar önemli değil. Bu durumda ticaretin aile içinde nesilden nesle intikali pek kolay değil. Nesiller boyunca büyüyerek intikali ise nerdeyse imkânsız.

               Bizde servetin parçalanmasını önlemenin yolu vakıf kurmak. Vakfın varlığı parçalanıp varislere dağıtılmıyor. Vakfı yönetene maaş bağlanabiliyor. Vakfı kimin yöneteceğini kurucu tayin ediyor. Ancak vakıf bir şirketin elastikiyetine sahip değil. Başlangıçta ne için kurulduysa ve çalışma yöntemi nasıl belirlendiyse aynen o şekilde devam etmek zorunda. Nihayet vakıf, iş adamının servetinin parçalanmasını önlüyor önlemesine de işte dönen paranın da iş hayatından çekilmesine yol açıyor. Çünkü vakıflarda, akar denen gelir getirici varlıklar temelde gayri menkule dayanıyor. Son dönemlerde vakıf hukuku biraz esnetilerek nakit vakıfları kuruluyor ama bu da köklü bir değişikliğe yol açmıyor.

               Diğer taraftan, bizde şehirlerin hükmi şahsiyetleri- tüzel kişilikleri- yok. Batı’da var. Batı’da şehir vergi topluyor, belediye hizmetlerini yerine getiriyor. Bizde ise şehircilik hizmetlerini de vakıflar üstleniyor. Ticaret yollarındaki lojistik yine vakıflarca sağlanıyor. Daha doğrusu hanlar ve kervansaraylar vakıf konularının önde gelenlerinden.

               Prof. Timur Kuran, rakamsız konuşmuyor: 1602-1619 ve 1661-1697 yılları arasında İstanbul ve Galata mahkeme sicil kayıtlarındaki ortaklıkları incelemiş. Ortak sayısı bilinen 406 ortaklıktan 313’ü, yani yüzde 77’si iki kişiden ibaret. Beş ve daha fazla ortağı olanlar ancak yüzde 7,6 ve en büyüğü 32 ortaklı bir kuruluş. Bugünün on binlerce ortaklı, ortakların birbirini tanıması akla bile gelmeyen, ilelebet yaşayacağı düşünülen ve yapacağı işlerde herhangi bir cins veya zaman sınırlaması bulunmayan anonim şirketleriyle karşılaştırılırsa bambaşka bir dünya! Âdi ortaklıklardan başka, mudaraba ve muşaraka denilen iş birliği şekilleri de var. Bunlar daha çok liman şehirlerinde bir gemi seferini düzenlemek ve o seferin kârını paylaşmak maksadıyla kuruluyor. İtalyanca’da commenda denilen bu tarz bugün hala yaşayan komandit ortaklığın atası. Ortakların bazıları sadece para koyuyor, geminin işine karışmıyor.

               Bu tablo 15 veya 16.asırda Avrupa ile bizim aramızda büyük ekonomik farklılıklar yaratmıyor. Zaten şehirlerin tüzel kişilikleri, miras hukukundaki farklar, bizde vakıfların baskınlığı gibi huşuların ötesinde farklılık da yok gibi. Asıl fark, bu kurumlar bizde asırlarca tıpa tıp aynı kalırken Avrupa’da 17.asırdan başlayarak kökten değişime ve gelişmeye uğramasında.

               On yedinci asırda Osmanlı mahkemelerince kayda alınan ticari anlaşmalar 1000 yılı civarında bu bölgede yapılanlarla hemen hemen aynıydı. Bilim adamları on yedinci, on sekizinci asırlarda, hatta on dokuzuncu asrın başına ait kontratlarda bin yıl öncesi hukuki anlaşmalara atıf yapıldığını bildiriyorlar. Maya Shatzmiller, İslam hukukunun kuruluş yıllarını da kapsayan 701-1100 ve 1101-1500 tarihlerinde yani art arda gelen iki dörder asırlık dönemde ticari meslekleri belirlemiş. Birinci dönemde satıcılar, aracılar, simsarlar, tartıcılar, değerlendiriciler ve finansçılar dahil 223 ayrı ticari iş tespit etmiş. İkinci dört yüz yılda meslek sayısı 220’dir ki bu kabaca sayının değişmediğini gösterir. Ticari alanda bizdeki sabitliği, değişmezliği mesela İngiltere ile karşılaştırmak istersek de şu bilgiyi paylaşmak istiyorum.

               ‘’Manchester’de 1903 yılındaki ticari mesleklerden yüzde 73’ü son bir asır içinde ortaya çıkmıştı. On altıncı asırda Avrupa’dan Asya’ya 770 Avrupalı gemi gitmişken on sekizinci asırda bu sayı 6.661’dir ve bunların dörtte üçü İngiliz ve Hollanda şirketlerine aittir.’’

               Günün sonunda şunu söyleyebilirim; Biz geri gitmiyoruz. Batı ileri gidiyor. Daha önce de yaptığım benzetmeyi tekrarlarsam, duran bir trendeki yolcuların yanlarındaki trenin hareket etmesi üzerine kendilerinin geri gittiğini sanması gibi biz de geri gittiğimizi sanıyoruz. Fakat bir süre sonra Batı ile aradaki mesafe açıldıkça ülke her bakımdan yıkıma giriyor ve gerçekten geri gidiş başlıyor.

               Bu durumu düzeltmek kendi elimizde. Biz; olumsuzlukları dışarıda aramak yerine kendimizi kontrol edip ‘’NİÇİN GERİ KALIYORUZ’’ cevabını kendimizde ararsak, ileriye gidişin başlangıcını bulmuş olacağız. Allah’a emanet olunuz…