Bir insanın ailesi son derece somut, gözle görülür, elle tutulur bir toplum birimidir. Annemiz, babamız, kardeşimiz veya eşimiz, çocuğumuz. Geniş aile diyebileceğimiz ‘’kavim’’ de neredeyse aile kadar somuttur. İşte, amcalar, dayılar, onların çoluk çocuğu.. Kavim kelimesinin Türkçesi, neredeyse unuttuğumuz bir kelimemiz olan, ‘’sop’’ tur. Sopun İslam’da, yani 7.asır Mekke ve Medine’sindeki adı ‘’kavim’’ dir. Sop kelimesi bugün ancak ‘’soy-sop’’ deyişinde varlığını koruyor. Somutluk kavimde bitiyor. Kabile, kavim veya aile kadar elle tutulur, gözle görülür değil. Hepsi aynı tek bir ataya bağlı olan kavimler topluluğuna kabile deniyor. Bu tek ataya bağlılık bir toplu inanç işi. Yine İslamiyet’in başlangıcından örnek verirsek, Haşim oğulları, Ümeyye oğulları birer kavimdir. Bunlar hep birlikte Kureyş kabilesinin parçalarıdır. Arapça’da da İbranice’de de gerek kavimler, gerekse kabileler atalarının adıyla anılır. Ben-i Kureyş, Ben-i Haşim gibi. Zaten o lisanların müştereken kullanılan ‘’ben’’ ön-eki, Türkçe’deki oğlu, oğulları anlamındadır.

               Bu saydığımız birimler aile, sop, kavim, kabile, hep döle dayanan veya dayandığı iddia edilen birimlerdir. Hicaz’da, 7.asır itibarıyla bir toplumun biriminden bahsediyorsanız mutlaka baba tarafından bir soydan bahsediyorsunuz demektir. Tabiidir ki Siyasi Ümmetçiye ‘’millet’’ dediğinizde bunu yine baba tarafından gelen bir döl birliği gibi düşünecektir. Siyasi İslamcıların millet kavramını bir türlü algılayamaması, ona bazen kavim, bazen ırk demelerinin sebebi budur.

               Halbuki millet, tarihi gelişim itibariyle kabilelerden de büyük ve belli bir ataya veya atalara katiyen somut şekilde değil, ancak mitolojik olarak bağlanabilecek bir toplum birimidir. Türk Milleti, beni Türk gibi bir şey değildir muhakkak. Alman, Fransız, Amerikan vs. milletleri de öyle… Demek ki millet, 7.asır Arap terminolojisinde karşılığı olmayan ve o cemiyetin döl birliğine dayanan birliklerinden daha soyut bir kavramdır. Bir o kadar da bağlayıcı yüksek bir toplum birimidir. Ünlü siyaset bilimci Beissinger’ in dediği gibi, ‘’ Modern dünyada, milletlerin içerisinde rekabet ettiği bir milletler evreniicat etmek zorundayız. Yüksek kültürün yaygınlaştığı bir dünyada milli olmayanı hayal bile edemeyiz. Modern devlet ve ekonomi, işlevini, millet denilen kabın içinde yürütmektedir.’’

        Bu noktada İbni Haldun’un Mukaddime’sindeki devlet teorilerine bir göz atmakta fayda var. Haldun’un teorisi ‘’ Devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, ihtiyarlar ve ölür.’’ Bizim sınıfta kalan eğitim sistemimiz Haldun’un veya İbni Sina veya Farabi’nin fikirlerini gençlere öğretmez; çünkü öyle yaparsa yeni kavramlar öğrenmesi ve öğretmesi gerekir. Zor iş…. Bunun yerine bu zatların isimlerini ve bir adım ileri gidecekse de eserlerinin adlarını ezberletip geçer. Bizim milli eğitimimizin başarılı bir lise mezunu bu isimleri ve bunların ‘’büyük ve mühim adamlar’’ olduğunu biliyorsa, bu yeterlidir. Bu yüzdendir ki standart bir Türkiye eğitimi mezunu, ya ‘’Bizim İbn-i Sinalarımız, Farabilerimiz var’’ der, fakat bunlar ne yapmıştır, ne demiştir, niçin büyük adamlardır sorularına cevap veremez veya daha sonra Batı okullarına ve kaynaklarına uzanmışsa, kendisine öğretilen Farabi ve İbni Sinaların aslında gerçek olmadıklarını düşünmeye başlar; öyle ya, gerçek olsalardı ne yaptıkları da öğretilirdi. Bu aşağılık duygusu ve kanaat ancak batı kaynaklarında bu insanlarımızı keşfederlerse ortadan kalkar. O zamanda ‘’ İngilizler bile Farabi’yi biliyor!’’ gibi en az birinci kadar aşağılık duygusu yansıtan laflar sarf edilir.

               Mukaddime’ye dönecek olursak. İbn-i Haldun’un teorisi bugün hala bir sosyoloji şaheseri sayılacak seviyededir. Haldun’a göre, toplumu bir arada tutan kuvvete asabiyye denir. Toplumlar ikiye ayrılır: Konar-göçer toplumlar ve yerleşik toplumlar. Haldun birincilere bedevi toplumlar, ikincilere hadari toplumlar demektedir. Kurduğu devlet teorisi ise şöyledir; Asabiyye, bedevi kabile ve kavimlerde kuvvetlidir. Dolayısıyla bedevi grupların iç bağları sağlamdır, kabile ve kavim kolay kolay dağılmaz.

               İşte bu sağlam birliğe sahip bedevi grup, hadi bunlara beni-B diyelim, bir şehre, kasabaya göz diker. Şehir beni-A tarafından yönetilmektedir. İçeriden bazı kişilerle de menfaat karşılığı anlaşmalar yapar ve bir gün, şehre hâkim hadari iktidarı devirip kendi başa geçer. Beni-B kabilesine mensup fatihlerde bedevi bağlarının kuvveti devam eder. Bir sonraki nesilde işler biraz zorlaşır. Şehir yönetimi kabile yönetimi gibi değildir. Kabile dışından insanlarla, bürokratlarla, ulema ile münasebet gerekir. Bürokrat ve ulema göçebelikte pek yetişmediğinden bunlar ister istemez kabile dışındandır, yabancıdır. Komşularla ilişkiler sıkıcı hale gelince göçebelikteki gibi çekip gitmek de mümkün değildir. İşte bu yoğun ve çeşitli ilişki ağı, asabiyyeyi zayıflatır. Bir nesil daha geçince kabile bağlılığı bütün bütün gevşemiştir. İşte Haldun bu hususta şöyle der; hadari toplumun insanları üçüncü veya dördüncü nesilde asabiyyelerini nerdeyse tamamen kaybederler. Bağlılıklar çökünce kırda iştahla bekleyen yeni bir bedevi toplum, beni-C kabilesi veya kavmi harekete geçer. Devletin içinden, mevcut idarenin tatmin edemediği bazı unsurlar da onlara yardımcı olurlar ve birgün, kanlı bir darbeyle beni-C, beni-B’yi tepeleyip başa geçer. Döngü böyle devam edip gider.

               Haldun bu mekanizmayı yaşadığı çevre ve yakın tarihindeki gözlemlerinden esinlenerek tasvir ediyordu. Gözleme uyduğu için de ilmi idi. Gerçekten bu mekanizma Emevi-Abbasi devletlerinden başlayıp Haldun’a gelinceye kadar o coğrafyada olup biteni, gayet güzel izah etmekteydi. Bu döngüden çıkmak mümkün müydü? Nasıl çıkılabilirdi?

               Haldun’un tarihe karışan devletlerinden hepsi, kavim veya kabile asabiyetlerini tutan ellerini çözmüşlerdi. Fakat tutunacakları bir başka mensubiyet şuuruna sahip değillerdi. Arap dünyasının uzun ömürlü ve geniş coğrafyalara hâkim devletler kurabilmeleri için kavim, kabile bağlılığından millet şuuruna geçmeleri lazımdı. Bunu başaramadıkları için, bunu başarabilen bir milletin devletlerine eklemlendiler. Millet şuurunu kuşanıp Arap coğrafyasına gelen bu milletin adı Türk Milleti idi.

               Haldun’un Arapları, elle tutulur, gözle görülür, son derece somut ve her biri falan, filan oğulları diye adlandırılan kavim ve kabile bağlarından soyut olan mensubiyet şuuruna, ’’hayal etmeye’’ dayanan millet bağına sıçrayamadılar. Bu durum halen devam edegelmektedir. Emeviler, Abbasiler, Endülüs kendilerine ‘’Arap’’ bile demiyordu. Ümeyye oğulları, Abbas oğulları diyorlardı. Falan, filan oğullarından millete niçin yükselemiyorlar? Çünkü millet kavme, kabileye, ırka nazaran soyut bir kavramdır. Kavranması kolay değildir. 21.asrın başındaki Türkiye’de de, aynı anlayış havzasından beslenen bazı kimseler, millet kavramına bir türlü erişememekte, milleti kavim, ırk veya kabile zannetmektedirler. Temelde bir cins ırkçı anlayışı yansıtan, ‘’Türkiye’de Türk var, Kürt var, Çerkes var…’’ diye başlayıp otuz küsurdan başlayıp elli küsurlara ulaşan ifadelerle sayılanlar onların kafalarındaki kavim veya ırklardır. Halbuki bütün milletler içlerinde birden fazla etnisite barındırabilir. Bu milletin millet oluşunu değiştirmez, milli birliğe, ‘’Ne mutlu Türk’üm’’ demeye engel teşkil etmez.

               İnsanları milletten küçük toplum birimlerine mahkûm eden kusur, belli ki soyutu kavrayamamaktadır, millet kavramını anlayamamaktadır ki bu, Türk milleti hesabına, bin küsur yıllık bir kavram gerilemesidir, iptidaileşmedir. Bu insanların model dünyası, Akdeniz havzası, Doğu ve Batı Roma, Çin ve belki bunların hepsinden ileri olan Horasan merkezli medeniyet değil, bunların hiçbirinden nasibini almamış cahiliye devri Hicaz’ın kavim ve kabile merkezli yapısıdır. Öyle ki Türk Milleti demek yerine etnik grupları saymanın kavmiyetçiliğe veya ırkçılığa davetiye çıkarmak olduğunun farkında bile değiller.

               Somut döl bağının ötesine geçip soyut millet kavramına erişememektedirler.